Bir kültürün güçlü olduğu dönemlerinde, yeni bir kültürle karşılaşması ona yeni sentezler geliştirme fırsatı verir. Antik Yunanı keşfeden Endülüs, İran’la karşılaşan Selçuklu, Bizans’ı da tevarüs eden Osmanlı devletleri, bu yeni karşılaşmaları zirvede oldukları dönemde fırsata çevirmeyi başardılar.
Hiçbir toplumun, bir “kültür dairesi”nden diğerine geçişi kolay ve sancısız değildir. Türkiye modernleşmesinin de bütün bu sancıları bugüne kadar taşıyageldiğini söylemek gerekir.
200 yıl boyunca modernizm, geleneği “köylülük” ve “gerilik” olarak lanse etti. Yaşanılan kapitalist dönem boyunca da ferdiyetçi akımlar ve bencil bir bireycilik üzerine kurulu, tek değerin “para” olduğu yeni hayat tarzları gelişti ve hatta bu tarz teşvik edildi. Bu yapılırken yeni modernleşen toplumlar, Batıdaki birkaç asra yayılan basamakları, birkaç on yıla sıkıştırmaya çalıştığından, ilk karşılaşmada “kültürler çatışması”, zaman içerisinde ise hiçbir yere ait olmayan bir “kültür”, daha doğrusu “kültürsüzlük” ortaya çıktı.
Modern ile geleneğin karşılaşmasında üst seviyede kopan kıyameti halkın çoğu anlayamamış ve bu tercihteki duruşlarının “dinî” bir mesele olduğunu zannetmişti. Hâlbuki olayın, dini ve ahlaki boyutu kadar, binlerce yılda biriken ve halkın kimliğini oluşturan “milli kültür” boyutu da vardı:
Mesela, yeni bir binanın yapılmasında İtalyan, Fransız veya Alman mimarilerinin kesin ve birbirinden ayrılabilen kendine has tarz ve çizgileri vardır. Mimarî geleneklerinin yansımaları, bugün hala güçlü bir çizgi olarak temsil ediliyor. Üzerine her geçen gün yenilerini başarıyla inşa ediyorlar.
Tam da bu noktada, kendimize dönelim ve inşaat sektörünün en hızlı geliştiği İstanbul’da Türkiye’de mimarinin bir gelenek çizgisi üzerine mi, yoksa derin bir görgü, kültür ve estetik eksikliği üzerine mi devam edegeldiğini sorgulayalım. Bu kıyas, “gelenek” kavramının herkesçe gözlemlenebileceği mimarideki yansımasına somut bir örnek olarak verilebilir.
Konuyu daha da somutlaştırmak için şu soruyu soralım: Acaba, İstanbul’daki 40 haneyi içine alan bir site blokunun dış ve iç tanzimi bakımından, Meksika, Çin, eski Yugoslavya veya Rus inşaatlarından estetik, görünüm, kullanım, renk seçimi, komşuluk hukuku, komşunun manzarasını kesmeme, şehrin rüzgâr akımını kesmeme, tabiatı tahrip etmeden yapılaşma, kullanılan pencere modelleri, giriş ve çıkışlarda mahremiyet (privacy, özel hayata saygı), konutların bahçeli olup olmaması, kaç metrekarenin üzerine yapılaşmaya izin verilebileceği gibi kendi medeniyetinden izler taşıması gereken tercihlere dayanmadıkça gelenek ve dolayısıyla “milli kültür”den söz edilemez.
Bir kültürün güçlü olduğu dönemlerinde, yeni bir kültürle karşılaşması ona yeni sentezler geliştirme fırsatı verir. Antik Yunanı keşfeden Endülüs, İran’la karşılaşan Selçuklu, Bizans’ı da tevarüs eden Osmanlı devletleri, bu yeni karşılaşmaları zirvede oldukları dönemde fırsata çevirmeyi başardılar. Bu eklektik yaklaşım, devletlerin zayıf dönemlerinde tam aksi yönde tesir göstermiştir. 17 ve 18. yüzyıllarda Rus Çarlığı ile karşılaşan Orta Asya devletlerinin ne yapacaklarını bilemez hale gelmeleri, yaşadıkları fikri kargaşa ve çaresizlik bunun tipik örneklerindendir.
Günlük hayatımızda geleneğin kırıntılarını nerelerde bulabiliriz ve ne tür çatışmaları yakalayabiliriz. Kızını-oğlunu en modern şekilde yetiştiren anne-baba çocuğuyla ilişkilerinde Türk, Özbek, Boşnak, Arnavut, Malay veya Kazak ailesi gibi geleneğe göre devam etmesini yola devam etmek istiyor. Yani, bir yandan modernin, diğer yandan gelenekselin kendisi için en avantajlı taraflarını seçmeye çalışıyor.
Diğer bir deyişle, kendisine davranışlarında onlardan saygı bekliyor; kiminle evleneceğini, nerede yaşayacağını; düğünün hangi kurallara göre yapılacağını; belirlemek istiyor. Hâlbuki modernleşme, çoğu kez birbirine karıştırılarak anlaşıldığı üzere, Batılılaşma anlamında ise, bu uygulamaların batılı hiçbir ülke kültür ve geleneğinde yeri yoktur. Çocuklarının 18 yaşında aileden kopmasını Türkiye’de hiçbir aile hazmedemez. Torunlarına bakmak, işleri bozulduğunda aile fertlerinin dayanışma halinde olması, sosyal yapıyla ve aile gelenekleriyle ilgilidir. Bu gibi durumlarda geleneğin korunamamış olması halinde ise istenmeyen can yakan sonuçlar görülür.
Çocuklarını insani değerler üzerine yetiştirmek yerine yırtıcılık ve çıkarcılık üzerine yetiştiren aileler yaşlandıklarında kendilerine hürmet edilmesini huzurevine konulmayıp bir evde yine geleneğe uygun şekilde saygı görerek hayatının sonuna kadar yaşamayı ümit ediyor. Yani, bu yaman çelişki ortasında insanlar, pragmatist değerler üzerine kurulu bir Alman ailesi kadar dünya nimetlerinden yararlanmayı, ancak bu nimetlerden yararlanamayacağı zamanlarda veya çıkarlarının gerektirdiği yerlerde bir Doğulu gibi düşünmek ve muamele görmek istiyor. Bu çelişki, modern ve geleneksel çatışmasının mimari gelenek gibi üst seviyede değil, daha alt seviyedeki bir örneğidir.
(Devam edeceğiz…)