Dünya egemen güçlerin saldırısı altında. Şeytani istila adım adım yaklaşıyor. İnsanlık, ben merkezli politikaların neticesinde inim inim inliyor!
Tehlike kapıya dayanmışken biz ne yapmalıyız? Neler yapmalıyız ki kendi insanımızı küresel sistemin şeytani tuzaklarından kurtaralım; huzur ve refah içinde yaşamalarını sağlamış olalım?
Eğitim sistemi, yerli teknolojinin geliştirilmesi, ilaç endüstrisinin yerlileştirilmesi, sağlık politikaları ve sağlık sisteminin gözden geçirilmesi, tarım politikaları, gıda endüstrisi…
Yukarıda özetlediğim başlıklar konunun uzmanı analistler tarafından ele alınabilir ve detaylı bir şekilde irdelenebilir.
Ancak benim ele alacağım konu tarım ve gıda…
Bu alanda Türkiye neler yapabilir, kendi insanını bu şebekeden nasıl uzak tutabilir? Bunlara ışık tutmaya çalışacağım.
Türkiye dört iklim doğası ve yedi bölgeye ayrılmış coğrafi avantajları gereği tam bir tarım cenneti; hazine, gıda ambarı…
Gelin görün ki biz bu hazineden yeteri kadar istifade edemiyoruz! Ambarlarımıza fareler dadanmaya çalışıyor! Yetmiyor, her geçen gün bu hazinenin elimizden kayıp gitmesini âdeta seyrediyoruz.
Toprak yapısı, endemik bitki zenginliği, ata tohumu ve hibrit tohum ikilemi, çarpık tarımsal üretim, hayvancılıkta yaşanan kaos, mesleki eğitimsizlik, denetim eksikliği… Gıda endüstrisinin geldiği nokta ürpertici!
Bugüne kadar yapılan hiçbir hizmet yok mu? Elbette ki var! Aksini söylemek haksızlık olur. Örneğin, 22 yılda verilen tarımsal destek tutarı. Bugünkü satın alma karşılığıyla 350 milyar liranın üzerinde destekleme yapılmış. Devasa bir rakam!
Başka? Tohum bankaları, tarımsal araştırma merkezleri, endemik ürün çalışmaları, bitki ve hayvan ıslahı çalışmaları… Ama maalesef yeterli olmadı. Çünkü sistemin tamamına hâkim olamadık.
Tarım ve gıda politikalarını yerli ve millî olarak güncellemek zorundayız. Yer yer, sil baştan üretmeliyiz! Peki ama nasıl, nereden başlamalıyız?
İşe yetişmiş insan kaynağı üreterek başlayabiliriz; yerli düşünen, millî davranan, donanımlı, fedakâr, vefakâr, bilgili, ofis takıntısından uzak ve çalışkan insanlar yetiştirip sahaya sürmeliyiz.
Sonra toprak yapısını ele almalıyız; toprak analizleri yapılmalı ve hangi bölgede, hangi ürün daha güzel yetişiyorsa buna göre politikalar geliştirilmeli ve üretim teşvik edilmeli.
Zirai ilaç adı altında tarıma çökmüş olan beş egemen güce ait zehirler acilen Türkiye’den defedilmeli. Bu zehirler hem toprak yapısını öldürüyor hem de ürünü tehlikeli bir silah hâline getiriyor.
Aile işletmelerini kayıtsız şartsız destekleyip tarımsal üretimi tabana yaymak zorundayız. Gittikçe artan gıda milliyetçiliği tehlikesine karşı bu uygulama bizi koruyacak kalkan olacaktır.
Türk Gıda Kodeksi yeniden yazılmalı; insan sağlığını merkeze alarak, helal hassasiyetiyle daha fazlası için değil, daha faydalısı dikkate alınarak yeniden bir kodeks yazılmalı.
Buna paralel olarak gıda endüstrisi yeniden yapılandırılmalı ve bu alanda sıkı denetimler uygulanmalı.
Tüketici bilinci geliştirilmeli. Tüketicinin satın alma gücü artırılmalı.
Bugün gıda endüstrisi güç zehirlenmesi yaşıyor; hem ekonomik yapısıyla hem de içeriğiyle âdeta canavarlaştırıldı. Gıdada tekelleşme süreci tamamlanmak üzere!
Kimse burnundan kıl aldırmıyor; böylesine stratejik bir sektör popülist politikalarla yönetilemez. Toplum sağlığı göz ardı edilemez, edilmemeli.
Maalesef doğru söyleyeni dokuz köyden kovuyorlar! Yetmiyor, bozguncu, spekülatör gibi iftiralarla itibar suikastına maruz bırakıyorlar!
Bugün, “adaletin gücü mü, güçlünün adaleti mi?” sorusuna verilecek cevabımız çok önemli. Eğer adaletin gücüne inanıyor ve bu ideali savunuyorsak toplum sağlığı adına yanlışa “yanlış” deme hürriyetine sahip olmalıyız.
Olmadık kimyasal katkılarla üretilen sözde gıdalar hakkında en ufak eleştiride bulunan, tüketiciyi uyaran insanlar mahkeme salonlarıyla tanıştırılıyor; dava davayı takip ediyor…
Savunma gayet basit: Türk Gıda Kodeksi!
Tebliğlere uygun üretim yaptıklarını öne sürerek marka değeri, firma itibarı gibi silahları çekiveriyorlar!
Sonrası? Atış serbest!
Konuştuğunuza da, yazdığınıza da, yaşadığınıza da pişman ediliyorsunuz!