Devamla şunları söylemeliyim ki milletlerarası hukuk metinlerini anlamayanlar, diplomasi diline hâkim olmayanlar, en haklı konularda haksızlığa uğramaya hazır olmalılar. Çünkü dış politika ve milletlerarası hukukun genel ve özel kuralları uzmanlık veya an azından birikim gerektirir ve ihtisasa/liyakate saygı da diğer bütün alanlarda olduğu gibi başarılı devletlerin ortak özelliğidir.
Uluslararası ilişkilerde “zaten yok ki” diyerek kolaycılığa kaçtığımız “milletlerarası hukuk”a dair metinler küçümsenecek veya kutsanacak belgeler değiller. Eleştirirken merak edip incelemek; içlerindeki lehe ve aleyhe düzenlemeler konusunda analizler yapmak ve haksızlığa uğranılan noktalarda konunun üzerine gitmek gerekir. Bugünkü haliyle, sözleşmelerden anlaşmalardan kaynaklanan haklardan tam olarak yararlanılamadığını düşünüyorum.
Aslında her milletlerarası belge tarafların karşılıklı fedakârlık ve kazanımları üzerine kuruludur ve metinlere vakıf olanlar her zaman daha kazançlı sonuçlar alırlar. Dolayısıyla, bu belgeleri imzalarken de, uygularken de kaybetmeyen taraf olmanın yolları vardır ve bunu bir örnekle açıklayalım:
İmzaladığı sözleşme metninin içeriğine vakıf olmadan o günü kurtarma adına imzalayan haklı ve alacaklı bir tüccar, uyuşmazlık çıktığında işin detayına indiğinde sözleşmenin aleyhte hükümlerini fark ediyorsa burada bir problem vardır. Çünkü büyük ihtimalle basiretle değil, acele ile karar vermiştir. Aslında, Ticaret Kanunlarının tacirler için öngördüğü en temel kurallardan biri olan “basiretli işadamı gibi hareket yükümlülüğü”, her yönetici için kendi alanında dikkate alınması gereken asgari bir kıstas (kriter) değil midir? Ayrıca yöneticilerin alanlarına göre mesela “basiretli” bir diplomat, basiretli bir devlet adamı, basiretli bir eğitimci vb. gibi davranması onlardan görevleri gereği beklenemez mi?
Bu konuda insanların sıkça sorduğu bir soru var: “Bu anlaşmaları bozup atıp tamamen özgürce hareket edemez miyiz?” Kural olarak bütün devletler egemenlik hakları dolayısıyla anlaşmalardan cayma hakkını kullanabilirler; ancak bu yetki olağanüstü hallerde ve istisnaen kullanılması gereken bir yetkidir. Çünkü devletler, milletlerarası hukuk metinlerini, devlet ciddiyetle inceler ve aceleye getirmeden özgür iradeleriyle bu anlaşmalara taraf olurlar veya olmazlar.
Fakat anlaşmayı bir kez akdettikten sonra, tüccar örneğinden gidersek, anlaşmayı keyfi olarak feshedip caymamalıdırlar. Bu, o devletlerin itibarları, ciddiyetleri, güvenilirlik ve tutarlılıkları ile ilgili uzun vadeli etkileri olan bir tercihtir. Temel bir hukuk ilkesi olan “ahde vefa” (pacta sunt servanda) ilkesi gereğince, açıkça tek taraflı bir eziyete dönüşmedikçe devletler, sözlerini tutma ve itibarlarını koruma adına verdikleri taahhüt ve yükümlülüklerini korurlar. Bu sebeple, bir milletlerarası anlaşma imzalanana kadar iyi düşünülür, tartışılır ve özgür iradeyle imzalanır veya imzalanamaz.
İkinci bir yol ise milletlerarası anlaşmanın derhal veya uzun vadede ülke menfaatleri aleyhine olacak hükümlerine karşı “çekince” koyarak imzalamaktır.
Bunların dışında “anlaşmayı bozarız” tarzında sık kullanılan tehdit söylemi, bir süre sonra ya değerini yitirir veya o devletin yaptırım gücü kadar ciddiye alınır. Sözleşmenin lehe ve aleyhe hükümlerini okumadan yüksek sesle haklarını talep eden alacaklı ile milletlerarası sözleşmenin tarafı olan devletlerin sözleşmeyi okumadan imzaladıktan sonra gücüyle orantısız bir yüksek sesle dış politikayı tartışması birbirine çok benzer.
Akla dayalı olmak, bugün yaygın şekilde anlaşıldığı gibi her zaman kısa vadeli çıkarlara dayalı olmak demek değildir. İkisi birbirinden oldukça farklı kulvarlardır. Tarihi, coğrafi, kültürel, dini ve etnik bağlar dolayısıyla bazen kısa vadeli kayıplara rağmen, uzun vadeli çıkar ve ilişkilerde çoklu kazanan olunabilir. Milletlerarası ilişiklerde kısa vadeli çıkarları gözetmeksizin, tarihi, kültürel, dini ve etnik bağlara dayanarak “vefa ve sadakat üzerine kurulu ilişki olur mu?” diyenlere, ABD, İngiltere, Kanada, Avustralya ve Yeni Zelanda’nın adeta birbirileriyle bir blok olarak nasıl bir dayanışma içinde olduklarını incelemelerini öneriyorum.
Her fırsatta dile getirdiğim gibi, dış politika yüksek ses tonuyla çekip çevrilemez.Gelişmiş devletler dış politika ve uluslararası ilişkilerini kısık sesle, diplomasi diliyle, uzmanların denetiminde, fizibilite ve muhtemel kar-zarar bilançoları ile sahada çözerler.
Fevri çıkışlar, güçlü ve gelişmiş olan, kendi üretim ekonomisini kurmuş olan devletler için bazen iyi sonuçlar verebilir. Fakat yine de, onların güçlü propaganda araçlarına sahip olmalarına rağmen fevrilikle sonuç almaya çalışmaktan önce, bütün diğer diplomatik ve uluslararası hukuk argümanlarını sahada kullandıklarını görüyoruz.
Bunun yanında, az gelişmiş veya gelişmekte olan ve ekonomisi dışa bağımlı olan devletlerin haklı talepleri bile, ani çıkışları halinde birdenbire mercek altına alınarak “dünyanın lanetlileri” arasına sokulurlar. Küresel sistemin işleyişi bugüne kadar maalesef böyle sürdü.
Diğer yandan Doğu dünyası ve özellikle Müslüman coğrafyanın imaj problemi haklı/haksız gerekçelerle zaman geçtikçe daha da aşağılara çekilmiş durumda. Açıkça söylemek gerekirse mağdurların haklarının teslimi ne kadar önemliyse, mağduriyetlerin milletlerarası hukuku ve dünyayı iyi tanıyan uzmanlara güvenerek gündeme taşınması da o derece önemli…
Coğrafya, tarih ve güncel arasındaki bağı rasyonel ve mantıklı şekilde kurmak uluslararası ilişkiler, milletlerarası hukuk ve dış politşkada tutarlı bir çizginin inşası için elzemdir. Dünyanın bu yakasına düşen, keskin yapılarca üretilen kavgacı, kışkırtan/kışkırtılmış zihniyetleri ve abartılı iddiaları yeniden gözden geçirmektir.
Akla dayanmayan iddialar üzerine altyapı veya kimlik ya da medeniyet gibi yüksek yapıların inşa edilmesi mümkün değildir.Medeniyet kurmayı bir yana bırakın, işleyen makul ve kabul gören bir sistemi kurmayı başarmak da uzmanlık (ihtisas), soyut düşünce yeteneği, analitik düşünce, planlama ve takip gerektiren ciddi bir iştir.
Medeniyet inşası gibi ciddi bir iddiadan daha önce ve acil olanı, eleştirebileceğimiz bütün yönlerine rağmen, hiç olmazsa Avrupa’nın Batısındaki devletlerin kendi halklarının refah ve huzuru için kurdukları kadar belirli ve işleyen bir sistemin kurulmasıdır. Bu da komplekse düşmeden yürütülmesi gereken ve minimum bir standart olarak görülmesi gereken bir süreçtir.
İşte, yeniden başlanması gereken asıl nokta, hukuk ve belirlilik üzerine kurulu, kendi değerleriyle çatışmayan ve insan odaklı bir sistemin inşasıdır.