Meselem

Abone Ol

Çatlamış ve çatallaşmış Müslüm Gürses sesi bisikletin önüne bağladığı araba teybinden geliyor: “Sahilde martılar benimle ağlar. Her tarafta senden bir hatıra var. Baktığım, gördüğüm, duyduğum sensin”

Belki askere gitmemiş veya yeni gidecek bu esmer delikanlımızın Müslüm sevgisi, bisikletinin arka çamurluğuna da “Meselem!” yazdırmış.

“Bu benim meselem derin mesele. Ezelden ebede giden mesele. Meselem, bir sevda türküsü gibi, meselem, kırık sazım gibi, meselem, yeryüzü gökyüzüdür, meselem…”

İstiklal Caddesi’nden, o kalabalıktan bir yılan gibi süzülüyor. Ses gittikçe azalırken o bana, şehri kurgularından ve kuruntularından kurtarmaya gelen bir ordunun öncü gücü gibi görünüyor.

Fakat aksini verdiği aynalı binaların önünden geçip Atatürk Bulvarı’na kıvrılırken daha çok Don Kişot…

Bisikleti sıkıca tutan ellerindeki karalıktan sanayide çalıştığını düşünüyorum.

Onun bu Müslüm tutkusu ustadan çırağa tevarüs eden bir gelenektir ve elbet bir aşk meselesidir.

Evet, seviyordur ve bu sevgisi onu sanayiden metropole sürükleyecek kadar derindir.

Elleri ve yüzü kapkara, girdiği ağır, hantal ve hasta arabaların altından gözlerine damlayan kir ve pas kokulu yağlardan korunarak sıktığı vidaların, değiştirdiği parçaların arasında kendisini Almanya’ya bir türlü aldırmayan halaoğluna küfrederek yapıyor işini…

Mesai bitimine doğru belini tutarak kalkıyor ve kendisi kadar kirli ve yağlı pet şişeyi dikleyerek içtiği suyun son yudumunu yere tükürüyor.

İşçi tulumundan kurtulur kurtulmaz yeri hazır, masası hazır sanayi lokantasında soluklanıyor.

Yorgunluğun ve aşkın ıstırabı ile ne çabuk üçüncü, beşinci bardağı tükettiğinin farkında değil; gözleri kan çanağı çıkıyor dışarı.

Bekâr odasının duvarında hiç de şaşırmayacağınız muhteşem ikili.

Müslüm Baba ile Orhan Baba karşılıklı birbirlerine gülümsüyorlar.

Biraz sonra Orhan Baba, “Bir görüşte âşık oldum sana delice…” diye ciğerlerimizi yakacak…

Ve biraz sonra Müslüm Baba “Hasret rüzgârları çok erken esti” diyerek kalp ritmimizi tehlikeye sokacak…

Yorgunluk, sarhoşluk ve arabesk…

Çok eskiden Sadık Yalsızuçanlar’ın “ Babailik” konulu bir yazısını okumuştum. Bahailik’ten mülhem Babailiği iki kola ayırmıştı; Orhaniyye ve Müsülümiyye…

Diyordu ki: “Meselesi, ‘alın yazısı’ olan bir babaidir Müslüm Gürses. Şeyh Bedreddin, Ekberi irfanın güzide bir bilgesi idi. Onu da Molla Lütfi gibi Bizans entrikaları boğdu. Hiç kimse, O’nun Bayezid-i Bistami’den, İbn Arabi’den aldığı feyiz ve tasarrufun mahsulü Varidat’ına bakmayı, düşünmedi, düşünemedi. Bu düşünmekle olacak bir şey de değildi gerçi. Sufilerin dünya ile ve dünyanın hükümranlarıyla araları hiç hoş olmamıştır. Müslüm Gürses de böyledir ve bu yönüyle de inisiyatik bir koku tüter. İsyankâr, âlemin ‘hayal’ oluşuyla başlar…”

Arabesk ile tasavvufun entel çevrelerimiz tarafından yadırganması veya dışlanması tesadüfî değildir.

Çünkü Arabesk fena halde tasavvuf içermektedir. Arabeskte tıpkı tarikatlarımız gibi ötekinin, ‘underground’ hayat alanıdır.

Hatta Arabesk, kapatılan, yasaklanan ve kaderine terk edilen tekke ve tasavvuf birikiminin, belki yoz, belki çok eksik, belki çarpık ama bir biçimde yeniden hayat bulma gayretidir.

Arabesk Allah’ından koparılmış bir kuşağın bağıra çağıra Allah’ını arama çabasıdır.

Ve dahi Arabeskin temelinde aynalı binaların arasından Müslüm Gürses eşliğinde bisikletiyle geçen çırakta tezahür ettiği gibi modernizme isyan olduğu için yasa dışıdır.

Ve her zaman ötekileştirilmiştir. TRT’de arabeskin yasak olduğu dönemleri bilmeyenimiz var mı?

Arabesk, adı üstünde; karmaşık bir yapıdır. Aslında isyan etmesini asla düşünemeyen, bilmeyen, beceremeyen bir toplumu önceye sevgiliye ve sonra Tanrısına isyan etme biçimidir.

“Tövbe et çarpılırsın…”dan, “Ben ne yaptım kader sana, mahkum ettin beni bana, her nefeste bin sitem var, şikayetim yaratana…” noktasına tehlikeli bir kıvrılmadır.

Dikkat edilirse iki yöne doğru yol bularak oluşan bu sosyal doku, temelde ve başından beri kaderci olan doğu toplumunun şehir-kent ve moderniteye olan isyanıdır. Hiçbir zaman ateizmde sonlanmamıştır.

Açmayalım ama çamurlu minibüsler ve her sabah patronlarına hizmet etmek için metropole akan varoşlu kızlar arabeskin ana temasıdır. Aslında Arabeskin isyanını direkt bu sistemin kurucularına değil de ‘Evrenin Kurucusu’na doğru kayabilme tehlikesini doğru ve yerinde anlamış/ okuyabilmiş olabilseydik, arabesk toplumu mütedeyyin kitlelere dönüştürme çabası belki daha sağlıklı sonuçlar verebilirdi.

Solcularımızın Arabeske karşı duruşlarındaki haklılık payı da geçicidir. Toplumcu bir ideolojinin çamurlu minibüslerden arabeske bir durum değerlendirmesi ve sosyal projesi olabilmeliydi. İğdiş edilmiş bir toplumun düşünce dünyasının akacak mecra arayışıdır arabesk.

Arabeskin bu dünyada yani mümkünler âleminde seslendiği sevgili, tasavvufta Allah’tır. Arabeskteki meyhane tasavvufta zikir (hane)dir. Kadehlerdeki dudak izi ise bizzat zâkirin zikridir.

Arabeskte üstü kapalı tarif edilen ve yaşandığı varsayılan sırça köşklü peri masallarındaki aşkların, gerçek dünya ile küt diye tanışmaları sonucu ortaya çıkan inleyişler, jilet darbeleri rahle-i tedris ile teskin olunmadıkça evet, “Batsın bu dünya…” ya da Oğuz Atay’ın dediği gibi “Bat dünya bat!”