Bir şeyler arttıkça diğer bazı şeyleri, hatta evvelden olsun diye çırpındıklarını görmezden geliyor insan. Arttıkça azalır gibi, daha kıymetli daha büyük ve daha güzeline sahip olunca daha eski daha az ve belki de daha az kıymetli olanı unutuyor. Nankörlük ediyor yani.
Yeri gelmişken söylemek lazım “Nankör” diye bir kelime var lügatimizde kâri. Güzel kelime, pek çok eski kelime gibi kafiyesi ve bir hikâyesi var. Öyle sonradan uydurulan ve zorla bir mana yüklenen kelimelere benzemiyor. Güzel, yakışıklı ve alımlı bir kelime… Aslında tek bir kelime de değil. Nankör iki kelimeden müteşekkil ama bizim dilimize tek bir kelime gibi yerleşmiş. Nan ve kör… Nan Farsça ve ekmek demek. Kör de Farsça ve bizim bildiğimizle aynı anlamı var; görmeyen demek yani âmâ… Yani yediği ekmeği görmezden gelenlere söyleniyor… Öyle zorla ve zorlayarak yan yana gelmiş ve söylenmiş değil, kendinden ve kendiliğinden, sade, samimi ve gerçek bir kelime. Yerine neyi koysan, hangi kelimeyle anlatmaya çalışsan da olmayacak, eğreti duracak ve yerini bulmayacak gibi.
…
Bence vaktimizin hastalıklarından biri bu; nankör olmak… Daha evvel hiçbir şey değilken elinden tutan, yardımcı olan, bir yol açan ya da yol gösteren adamları yolda gördüğü bir başkalarına değişen ve “Vefa yalnızca İstanbul’da bir semtin adıdır” sözünü haklı çıkaran çok fazla insan var. Ve hepsini anlatmak için kullanılacak tek bir kelime var; nankör. Şimdi de öyle ilk rüzgârda uçuşup gidenler, kibrit ateş alır almaz “yangın var” diye haneyi terk edenler, önceden önünde el pençe beklediklerini ilk tökezlediğinde satıp gidenlerle dolu etrafımız.Böylelerinin menfaati bitince nankörlüğü başlar. Dava adamları –her hangi dava olursa olsun- sadece güçlü olunduğu ve seslerinin duyulduğu zamanlarda kendini gösteren sesini yükseltenler asla değildir. Adam dediğin zor zamanlarda belli olur. Canı yansa da kendi menfaatinden evvel onu o hale getiren her ne varsa terk edip gitmeyendir o. Yani nankörlük etmeyen… Ama tuhaf olan bir şey daha var ki böylelerine hürmet etmek diye de bir hastalık var. Acıyı çeken, çileyi sırtlayan, her halde ve her şartta nankörlük etmeyen adamlar bir kenarda bırakılır ya da unutulurken ilk fırsatta alabildiği kadar ganimetle meydanı bir fare gibi terk edenler iki gün sonra geri geldiklerinde yeniden kıymete biniyorlar…
Ne diyeyim; yazık…
…
Bir de şu var aslında; ne çabuk ve ne çok unutuyoruz. Daha birkaç sene evvel yaşadıklarımızı, yaşamak zorunda bırakıldıklarımızı, dışlandıklarımızı, ağladıklarımızı, yerlere atılıp hiç sayıldıklarımızı, acılarımızı, davası için nezarethanede geceler geçiren babalarımızı, evlerde eli yüreğinde bekleyen analarımızı… Ne çabuk unutuyoruz…