Mekke’deki burçlardan yeni Rönesans’a çıkan dersler…

Abone Ol

2009 yılında ilk defa umre için Mekke’ye gittiğimde, sizlerin de yaşadığı ortak duyguları yaşamışızdır. Bedeni aidiyetlerimiz bir yana ruhumuzun ait olduğu teslim adresi işte burası demişizdir. Kelimelerin anlatmada kifayetsiz kaldığı duygu yoğunluğunu hemen herkes yaşamıştır. Fakat kısa bir süre sonra eminim ki Kâbe-i Muazzama’nın üzerine gölgesi düşen Zemzem Tower kulelerinin gabi çirkinlik sizi de rahatsız etmiştir.

Ecdadımızın Kâbe’den büyük hiçbir yapıyı onun yakın çevresine kurdurmadığı ve asla izin vermediği ve kendisine doğru ayak uzatmanın bile su-i edep (kötü ahlak) kabul edildiği, her gün milyonlarca Müslüman’ın yüzlerini ve kalplerini yönelttiği Kâbe, Bedevi Vehhabi aklının rahatlığıyla yüzlerce katlık kuleleri Mescid-i Haramın yüz metre ötesine büyük bir terbiyesizlikle dikebiliyor ve bunun farkında bile olamayabiliyor.

İstanbul-Medine tren hattını döşerken, Hazreti Peygamber’in kabrine 2 kilometre mesafeye gelindiğinde tren raylarına keçe döşeyerek ve onları da gül suyu ile yıkayarak bir dini gerekliliği değil, ancak bir nezaket ve inceliği gösteren ecdadı rahmetle anmadan geçemiyoruz.

Zemzem Kulesi ve hemen yanı başındaki diğer kulelerin her birisi birden gözüme Cahiliye’nin putları gibi görünmüştü. Modern zamanların Lat, Menat ve Uzza’ları… Hem de Kâbe’nin tam da 100 metre ötesinde büyük bir ekonomik şımarıklık ve görgüsüzlükle, bütün cesameti ile yeryüzünün her yerinden gelen Müslümanların gözlerine sokuluyor. İngiltere’deki “Big Ben Saat Kulesi”nin kopyası. Büyük bir özenti abidesi… Suudlar’ın Kâbe’nin üzerine İngiliz gölgesi düşürmesi bana nedense hiç de yadırgatıcı gelmedi.

Burada maksadımız boşboğazlık yapıp Suudilerin dedikodusunu yapmak değil. Tam aksine, en kutsalını bile değersizleştirebilen ve bunun farkında olamayan, onu savunmakta aciz kalan İslam coğrafyasının ortak akıl üretmekteki acziyetine dikkat çekmek için tipik ve ve en can alıcı örnek olduğundan üzerinde durmak istiyorum.

Pekiyi, Batılı bilim tarihçilerinin İslam’ın Rönesans’ı veya “Altın Çağı” olarak nitelendirdiği 8-14. asırlar arasındaki Doğu ülkelerinin egzotik, büyüleyici, mimarisi nerede? Orijinali üretme kabiliyeti nerede?  Nakış nakış işlenen ahenkli çinileri ve büyük bir renk cümbüşü içerisindeki envai çeşit güzellikleri nerede?  Bir aşk uğruna taştan bir Taç Mahal çıkartan aşk ve akıl nerede? Diğer yandan, bir dinin en mukaddes mekânının dibine dikilen koca koca taş yığınları ve gabavet ruh tırmalayıcı, kibir abideleri nerede?

Teknik, felsefe, mantık, astronomi, coğrafya, dilbilim, mühendislik, matematik, cebir, geometri gibi temel bilimleri ve onun üzerine de, mimari, el sanatları, edebiyat ve hukuk alanlarında ürettikçe kendi medeniyetini kuran bir atmosferden, her şeyi kopyalamaya başlayan mağlup bir zihne geçiş ne kadar da acı verici…

Timurlular döneminin bile cami, kabir, medrese, dergâh, kütüphane, hamam ve sağlık merkezlerine nakış nakış işlediği çinileri ve mimari şaheserler, bugünkü Müslümanlar’ın estetik açıdan fersah fersah ötesindedir.

İşte Müslüman milletlerin gecikmiş yeni Rönesans’ı, bu acziyet ve gabavetin de ilacı olmalıdır. O halde, doğru yerden yeniden başlamak için ne yapmak gerekir?

“Bedii sanatlar” denilen ve Azerbaycanlıların “ince sanat” olarak adlandırdığı bu estetik kendiliğinden doğmaz ve bir sürecin sonucu olarak ortaya çıkar. Altyapıya dair bütün temel bilimler ve sosyal bilimlerin inkişafı ve ekonomik ilerlemenin hemen ardından mimaride, sanatta, edebiyatta, el sanatlarında ve estetik her tür adımda böylesi bir gelişme yaşanır. Selçuklu, Endülüs, Osmanlı, Timurlular ve 16. asır sonrası Orta Avrupa’daki gelişmeler tesadüfi değildir.

Mekke’de gördüğümüz şımarıklık ve görgüsüzlüğü biz de imkanlarımız ve fırsatlarımız kadar dünyalık adına yapıyorsak emin olun ki benzer suçların şerikiyiz. Endülüs Sarayının, Tac Mahal’in bahçesini gezerken duyduğumuz hayranlık, sokağımızı, mahallemizi, eğer hala varsa evimizin bahçesini, mahallenin kütüphanesini, mescidini kurarken taşınmıyorsa ve bunun için bahaneler üretiliyorsa estetik problemimiz olduğunda şüpheniz olmasın. Daha dar imkânlarla bir Boşnak, Özbek, Malay (malezyalı) daha güzelini oluşturabiliyorsa meselenin bir imkân değil de estetik ve görgü meselesi olduğu açıktır.

Fırsat ve imkanlar el verdiğinde, yüzlerce yıllık Boğaz siluetini çirkin gökdelenlerle rahatsız olmadan bozabiliyorsak, rüzgar seti oluşturan yapışık düzen site bloklarını yadırgamıyorsak, bahçemizde gül, lale, ortanca yoksa; hatta evimizin içinde bir çiçek saksısı bile yoksa, Kabe’yi gölgeleyen çirkin manzara belki de dikkatimizi hiç çekmemiş olabilir.

Museviler, Süleyman Tapınağı çevresine, Hristiyanlar Vatikan merkezine, Sihler altın tapınak çevresine, Hindu ve Budistler, Pushkar, Varanasi, Lhasa gibi dini merkezlerde benzer bir yapının yapılmasına sizce izin verirler mi?

Bütün Avrupa tarihi şehir merkezlerinde olduğu gibi Vatikan merkezinde de gökdelenlere yer yoktur. Hz. Âdem’den ve sonra Hz İbrahim’den beri kutsallığına inandığımız bir yerde bu yapılaşmanın tevili asla mümkün olamaz. Kimse bu gabaveti hafifletecek yorumlarda bulunamaz. Dışarıdan olsa olsa Müslümanların cehaleti, çaresizliği ile dalga geçip nabız ölçen bir ekonomik çark olarak görülüyordur.

Emin olalım ki ancak, kendilerine gelen irfanla birlikte ilme (bilime) dönen Müslümanların dünyada söyleyecek sözleri olacaktır. Gerisi laf-ü güzaf…