Bugünün gençliğinin çok da aşina olmadığı “iffet” diye bir kelime var.
*
“Sofra hazır” dedi, evin kadını…
Seslendiği oğlu koşup geldi, oturdu sofraya…
*
Hayatı, erken yaşta kaybettiği kocasının yokluğunda, tek arkadaşı olan küçük radyosu ile ‘bir başına’ geçiren kayınvalidesinin, “her ay bir çocuğunda kalma” rutininde sıra onlardaydı.
“Anne hadi” dedi gelin, “Sen de gel.”
Her zamanki gibi pencere kenarındaki tek koltukta oturan dua ağızlı kadın, “Evin erkeği gelmeden, yemeğe başlanmaz” dedi, oğlunun yolunu gözlemeye devam etti.
Gelin, “O da gelince yer” diye üsteleyince, cevapsız bıraktı.
Bu arada da mırıldandı:
“Biz küçükken annelerimizden önce babalarımızın karşısında edepli oturmayı öğrendik. Ayağımızı uzatıp oturmazdık.”
Gelin ve torununun gürültülü konuşması arasında, fısıltı gibi kendi kendine konuşmayı sürdüren kadın, “Büyüklerimiz konuşurken söz hakkı verilmedikçe konuşulanlara dâhil olmazdık. Büyüklerimiz odaya girdiğinde hemen toparlanır, kalkıp onlara oturmaları için yer verirdik. Asla babamız sofraya oturmadan, yemeklere el uzatmazdık. Babamız gelir, besmele çeker, ‘Haydi buyurun’ der, öyle başlardık. Sonunda yemek duasını kardeşlerimiz arasında sıra ile okurduk. Sofranın adabı budur” diyerek değişen dünyaya iç çekti.
Aile olarak yenilen bir yemeğin lezzeti, hangi lüks restoranda olabilir ki zaten.
*
Geçmişe döndü yine, verem yüzümden kaybettiği eşinin yaşadığı günlerde, yemekler daha lezzetli, uykular daha dinlendirici olurdu. Çocuklarının evlerinde duyduğu ‘depresyon’ diye bir kelimeyi daha önce hiç duymamıştı, o zamana kadar. Köydeki meczup bile mutluydu zira. “Akşama kadar çocuklarla oynar, acıktığında kapısını çaldığı evde doyardı, kimse dışlamazdı” diye düşündü.
…Ve düşünceyi getirip oğlu ile onun oğluna bağladı; “Şimdi kimseye, babaya bile saygı yok. Gelmeden, sofraya oturuluyor” dedi mırıldanarak.
*
Geçmişte evlerin, kocaman duvarlarla çevrilmiş avluların içinde olmasına rağmen hiç kimsenin mahrem çamaşırlarını uluorta asmadığı, aynı evde yaşayanlardan bile edep ettiği zamanların kadını, karşı balkondaki genç kadının bütün çamaşırlarını ortalığa asmasından utanarak, aralık duran perdeyi çekti.
*
Gelini yanına gelince, “Bir evin edebi perdesinin çekilip çekilmediği ile ölçülür kızım” dedi. Gelin duymamış gibi yaptı.
Yaşlı kadın yine içine döndü:
“Şimdi hiçbir şeye saygı kalmadı. Evlere bile saygı yok şehirlerde… Akşam olduğu hâlde kimse perdelerini örtmemiş, bütün evlerin içi görünüyor ama kimse utanmıyor” dedi sessizce…
Kendilerinin hava kararmaya başlamadan kalın perdelerini çektiğini, sonra evin ışıklarını yaktıklarını, perde kapalıyken bile kıyafetlerini değiştirmeye edep ettiklerini, ışığı söndürüp yere çömelerek soyunduklarını hatırladı.
*
Sokaktan geçen bir adamın şeffaf poşetinden aldıklarını gören, öte yandaki restoranda yemek yiyen gençlerin yediklerinin fotoğrafını çekmesine anlam veremeyen kadın, “Bu yediklerinizde şifa olur mu? Göz hakkı diye bir şey var. Herkes çevresindekilere eza veriyor. Yedikleri de kendilerine sıkıntı” diye düşündü.
Sonra gelin ve oğlu arasındaki ‘depresyon’ sözleri, yine çalındı kulağına… “Böyle yaşamak, gam olur” diye teşhisi koydu kendi kendine.
Mahremiyet ve samimiyet kalmayınca, iffet de kayboldu, depresyon içindeyiz. Oysa hayâ, imandan bir şubedir!