Hüseyin Fehmi Bey, günün ilk ışıkları ile indi bahçesine.
Üzerinde çiğ taneleri olan gülleri yavaşça, sevgilinin gözyaşını siler gibi okşadı.
Güllerin arasında Nilüfer Sultan, her zamanki yerinde hafif öne eğik başıyla, bahçesinin en asili, en güzeliydi.
Heyecan ve muhabbetle yaklaştı, kadife kırmızısına sessiz ve mahcup bir buse kondurdu. Dudaklarına dolan serinliğe parmaklarını dokundurarak çekildi ‘huzurdan’.
Hüseyin Fehmi Bey için İstanbul’un her zamanki manzarası bu gün daha başka güzel ve daha anlamlıydı.
‘Her şey yerli yerinde ve ne güzel, şiir gibi…’ diye düşündü.
Her şey yerli yerindeydi bir farkla ki, İttihatçı fedailerden epey kalabalık bir grup, cemiyetin Nuruosmaniye’deki merkezine doğru ilerliyordu.
Balkan Savaşı başlamış, Rumeli’nin büyük bir kısmı Osmanlı’nın elinden çıkmıştı. Bulgar ordusu Trakya’da ilerleyerek, Çatalca önlerine varmış, Osmanlı ordusunda şiddetli bir kolera salgını baş göstermişti. Rumeli’den gelen binlerce göçmen İstanbul sokaklarında sefil bir durumdaydı. Her gün açlıktan ve hastalıktan onlarca insan kırılıyordu.
Paşa Konağına geldiğinde, merdivenin başında hizmetçinin kendisini yukarı çıkarmak üzere beklediğini gördü.
Tarık Paşa rütbelerinin ve nişanlarının ihtişamı ile çıkış kapısına yürüyordu. Göz göze gelerek başla selamlaştılar. Elini öpmek üzere eğildiğinde bu durumlara alışkın Paşa, hazırlıklı elini yukarı kaldırarak ‘berhudar ol’ cümlesini ağzında yuvarlayarak mırıldandı.
Paşaya gösterdiği hürmetin mübalağasından kendisi de rahatsız oldu.
Hüseyin Fehmi Bey’i musiki odasına aldılar.
Nilüfer Hanım henüz teşrif etmemişti.
Kahvesini yudumlarken kapı açıldı. Hayır, kapı değil, sırlar aleminin perdesi açıldı. Peri padişahının kızı bile böyle bir ışık ve böyle bir nur ile gelmezdi. Ondan bir adım önde âşığını sarhoş eden ıtır kokusu geliyordu.
“Çok bekletmedim inşallah, efendim” diyerek oturdu.
Sessiz, tebessümle cevap verdi.
Bu gün de ders yapmadılar. Hüseyin Fehmi Bey “Sultanım lütfedin, saçınızı bir kerecik göreyim” diye yalvararak tüketti vaktini. Nilüfer Hanım sükûnetle geçiştirdi aşığının bu talebini.
Ayrılık vakti geldiğinde “yine o mahur besteyi çalacaksınız değil mi Hüseyin Fehmi Bey?” diye sordu en geri çevrilemez ses tonu ile.
Sessiz bir huşu içinde dinledi.
“Dün gece sizi düşünerek ağladım efendim” diyerek işlemeli gülkurusu mendilini uzattı.
Hüseyin Fehmi Bey, Katlanmış mendili avucunda tutarak ve ayrılığın acısını yüreğinde hissederek çıktı konaktan.
Mendili itinayla açtı. İçinde bir tutam saç vardı. Sarı, altın sarısı saçları koklarken her seferinde bayılacak gibi kâh sendeleyerek, kâh duvarlara tutunarak yürüyordu.
Mendili cebine koyarken, “o keseye kulunuzun daha çok ihtiyacı var Beyoğlu!” diyen bir ses ile kendine geldi.
Çevresini saran çapulcu grubuyla, saldırmasını çıkararak mücadeleye başladı.
Bir eli cebindeki mendilde diğeri ile gelen taarruzlara yetişmeye çalıyordu. Çapulcuların ellerindeki yatağanlar mücadelenin galibini şimdiden gösteriyordu.
İlk ve büyük darbeyi yüzüne aldı. Sonra mendili tutan kolunu kestiler.
Tek elle yaptığı savunma daha fazla heder olmasından başka işe yaramadı.
Paşa Konağının karşısında tek kollu, yüzü sargılar içinde bir kör dilenci, Nilüfer Hanım’ın konaktan çıkışını bekliyordu.
Çok beklemedi.
Nilüfer Hanım’ın arabaya yürürken koluna girdiği adama; “yine o mahur besteyi çalacaksınız değil mi Cemal Fethi Bey?” dediğini işitti.