“Yarın” dediğimiz efsunlu evham… Bir vehim üzerinden tedbirlere yelteniyoruz.
Yarınlara hazırlanırken kaygılarımız büyüdükçe büyüyor. Malın, mülkün, eşyanın tesirinde teselli buluyoruz.
Tüketici unvanına layık bir savurganlık içinde eşyanın varlığında varlığımıza izah bulmaya çalışıyoruz.
Şu noktada, kapitalizme kafa tutmak mümkün değil elbette. Ancak ihtiyacımızdan fazlasını tüketerek dış mihrakların “moda”, “trend” tabir ettikleri tuzaklara düşmemek için gayret edebilecekken, hayat masallarımız “onlar erdi muradına, biz çıkalım kerevetine” tekerlemesiyle süre gidiyor.
Evet, bir zamanların kanaatkâr, israftan imtina eden Türk toplumu artık, zihinlerimize ve damarlarımıza mikrobu zerk edilmiş “marka hayranlığı”, “alışveriş tutkusu” gibi hastalıklara duçar…
Bize, kendi zehirlerini pompalayan materyalist ülkelerin ülkemize servis ettikleri her ürününe şaşılacak derecede beğeni taşıyoruz.
Ne acıdır ki, özellikle son çeyrek asırdır, kimliğimiz kullandığımız eşyanın boyunduruğunda.
Perdelerimiz sıkça değişmezdi. Eskidikçe mazimizi hatırlatan, manaya açılan perdelerimiz vardı.
Anne-babamızın evinde değişmeyen koltuk takımları, kanepeler, yemek masası bizi çocukluğumuzdan haberdar etmeye devam ederdi.
Şimdi, eşyanın ruhundan uzak, hatıralara vefadan bihaber, “moda” denilen canavarın pençelerine kapılmış haldeyiz.
Bir kaç sene arayla yenilenen evlerimiz gardıroplarımız bizi bize yabancılaştırıyor artık.
Klasik tabir ettiğimiz yıllanmış eşyaların devir teslimini unutalı çok oldu. Anneden kızına kalan takılar, eşyalar, iğne oyalı, kanaviçeli örtülerden “nefret” ediyoruz. Neden acaba? Çünkü, “Eski zaman” eşyaları bize mazimizi hatırlatırken tevazuu, ibreti, kıymeti, değer bilmeyi, zamana meydan okuyan el işçiliğinin kalitesinden de söz ediyordu.
Artık kullan, at pratikliğine düşürülen eşyaların kalitesizliği yenilenmenin şifresi… Ve mazi ile bağımızı koparmak isteyenlerin efsunlu formülü!
Feci bir görmezlikle “yeni”ye talibiz. Niteliği, kalitesi, rengi, biçimi çok da umurumuzda değil. Yeter ki yeni bir şeyler alalım. Eksiklerimizi yeninin büyüsü ile tamam eylemeye çalışalım kâfi…
Hiç sormayalım birbirimize edindiğimiz her türlü “eşya” ruhumuzun eksikliğini tamamlar mı diye!?
Nasıl da mahir bir biçimde unutturuldu bize; Yaratıcımızın “Ya Malikül Mülk” ismi şerifi.
Modernleşme adı altında, ruhumuzun izahını, kulluğumuzun makamını, kimliğimizin şuurunu çalarak, Vahye, ulemaya kulaklarımızı tıkamayı nasıl da öğrettiler bize…
Teşneydik ve yenildik. Maddenin şaşaasına manayı rehin verdik. Emperyalistler, materyalistler, kapitalistler, Evangelistler, Siyonistler erdi muradına, biz İslâm’ın şuurundan uzaklara düştük.
Acıdır ki, mülkün sahibinin Allah olduğunu, canımızın dahi emanet olduğunu unutup taparcasına eşyaya sahip olmaya adadık tüm vakitlerimizi…
Rüyalarımıza cennet düşü uğramıyor artık. Villalar, değişecek eşyalar, marka giysiler, yeni arabalar, pırıltılı takılar uykularımızı bölüyor. Yenilenmesi gereken eşyalar kâbusumuz oluyor.
Bu hastalığa kapılanlar böylesi meşgulken, ölüm yanımızda yöremizde, sağımızda solumuzda kol geziyor…