Kıymetli dostlar;
İki gün sonra Allah nasip kısmet ederse Ayasofya’da 86 yıl aradan sonra cuma namazında buluşacağız. Geçen hafta ki yazımda Ayasofya konusunda atılan adımların tarihlerine dikkat çekmiştim. 24 Temmuz Ayasofya Camii’nde ilk cuma namazının kılınacağı tarih aynı zamanda Lozan Barış Antlaşmasının yıldönümü!
Sizce Tesadüf olabilir mi?
Bugün, sizlerle yakın tarihimizin en önemli konularından biri olan Lozan’ı konuşalım istedim. Öncesi sonrası, antlaşma maddeleri gibi birçok konuyu teferruatlı bir şekilde inceleyelim istedim. Şunu da ayrıca belirteyim ki derinlemesine incelenmesi gereken bu konu üzerine çok yakın bir zaman önce Lozan Barış Antlaşması’nın tüm maddelerini ayrıntılı olarak incelediğim “Lozan Masada Neler Oldu?” kitabım Pergole Yayınlarından çıktı. Daha ayrıntılı bir şekilde Lozan Barış Antlaşmasında konuşulanları antlaşma maddelerinin tamamımı Osmanlıca ve Günümüz Türkçesi ile okumak isteyen kardeşlerim bu kitabı da temin edebilirler.
Taviz verildi mi?
Lozan Barış Antlaşması Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin dış politikasında oldukça önemli bir yere sahiptir. Bu antlaşma ile diğer tüm dünya devletlerinin Türkiye Cumhuriyeti’nin bağımsızlığını tanıdığı fikri ortaya çıkmış olsa da bu bağımsızlığın nerelere ve nasıl bir zemine dayandırıldığı yine bu antlaşmanın maddeleri içerisinde gizlenmiş bir gerçek olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu bağlamda Lozan Türkiye’nin dış siyasetinde etkili olduğu kadar iç siyasette de o günden bugüne hatta imzalanmasından önceki süreçte dahi etkili olmuş bir antlaşmadır.
Lozan’dan önce neler oldu
Lozan Konferansına kadar geçen süreyi tarihi açıdan çok iyi analiz etmek gerçekten içinde bulunduğumuz durumu çok iyi tahlil etmemiz gerekmektedir. Tek bir açıdan baktığımızda kesinlikle doğru bir sonuca ulaşamayacağımız aşikârdır. Bu sebeple Lozan öncesi süreç en az Lozan kadar önemlidir. Peki, ne oldu bu süreçte? Sevr Projesini Osmanlı Devleti’ne kabul ettiremeyen itilaf devletleri savaşın ağır yükünü hissetmeye başladıkları bir dönemde Türk Milleti’nin giriştiği bağımsızlık mücadelesine karşı tedbirler almaya başladılar. Bu tedbirlerden en önemlisi ise Batı Anadolu’da hâkimiyet kurmak isteyen Yunanların desteklemesi olmuştu. Bir zamanlar Osmanlı Devleti’nin bir vilayeti konumunda olan Yunanlar değişen dengelerle birlikte Türk Milleti’nin karşısına çıkarak Batı Anadolu’yu ve hatta İstanbul’u dahi istemeye başlamışlardı. Bu elbette ki geçmişten beri süregelen “Megola İdea” (Büyük Yunanistan) fikrin canlandırma isteğinden başka bir şey değildi. Batı’da bir piyon olarak karşımıza dikilen Yunanistan varken doğuda da durum bundan farklı değildi. Burada da Ermeniler “Büyük Ermenistan” ideallerini gerçekleştirmek adına karşımıza dikilmiş ancak Kazım Karabekir Paşa ve ordusu karşısında aldıkları ağır yenilgiden sonra Türkiye ile antlaşma masasına oturmayı kabul etmek zorunda kalmışlardı. (Bu konu tabi ki de ayrıntısı ile ele alınması gereken farklı bir inceleme alanıdır.)
Bacımın örtüsü batmakta rezilin gözüne
Güney de Fransızlar ve yine Fransızların kışkırttığı Ermenilere karşı özellikle Adana- Urfa -Antep -Maraş hattında gözle görülür direniş hareketleri Fransızların da epey canını yakmıştı. Güney Cephesi’nde örgütlenen halk Fransızlar karşısında büyük bir destan yazmaktan geri durmamıştı. Sütçü İmam’ın bir Türk kızının örtüsüne el uzatan Fransız askerine sıktığı kurşun aslında çok derin bir anlam içermektedir. Çünkü bu kurşun sıradan bir düşmana karşı sıkılmış bir kurşundan çok daha fazla bir mahiyete sahipti.
Peki, Fransızlar bu kurşuna ne zaman cevap verdi?
Bu da derinlemesine incelenmesi ve üzerinde iyi düşünülmesi gereken ve aslında birkaç cümleye sığdırılamayacak kadar geniş bir konudur elbette. Ancak cevap çok ta zor olmasa gerek, İtilaf Devletleri, Türk milletine silah zoru ile istediklerini kabul ettiremeyeceğini anladıklarında birtakım çıkarlarını da koruyarak Anadolu’dan sadece silahlı güçlerini çekmişlerdi. Ancak ilerleyen süreçte Milletimizin içerisine yerleştirdikleri adamları ile kurdukları tezgâhlarda Müslüman Anadolu halkına yıllarca “Laiklik” adı altında başörtüsü zulmü ile adeta işkenceler etmişlerdir. Çok uzak değil yakın geçmişe kadar bu zulüm devam etmedi mi?
Her defasında bu konu üzerine konuşurken Bilge Lider Aliya İzzetbegoviç’in “Savaş, ölünce değil düşmana benzeyince kaybedilir.” Sözü kulaklarımda çınlamaktadır… Ülkemiz üzerinde özellikle Kurtuluş ve kuruluş yıllarında oynanan oyunları aslında kısa ve öz olarak bir cümlede özetlemek gerekirse işte Aliya’nın bu sözü gerçekten de tam manası ile konuyu özetlemeye yetecek bir cümledir…
Batı cephesinde neler oldu?
Konunun özüne dönecek olursak Anadolu’nun dört bir yanında işgallere karşı silahlı direniş artık hat safhaya çıkmıştı. Doğuda Kazım Karabekir Paşa komutasındaki Mondros Mütarekesinden sonra dağıtılmayan Osmanlı’dan kalan son birlikler Ermenilere karşı mücadele ederken Güneyde ve Batıda ise Kuvay-ı Milliye birlikleri Fransızlara, Ermenilere ve Yunanlara karşı mücadele etmeye devam ediyordu. Özellikle batı cephesinde Yunanlara karşı verilen mücadele oldukça ilerlemişti. Bir zamanlar İstanbul’da Amerikan Mandasını en yüksek sesle savunan İsmet Paşa’da belli aşamalardan sonra bu mücadeledeki yerini almak üzere Batı Cephesinde Yunanlılara karşı yapılacak mücadeleye memur edilmek zorunda kalmıştı. Başlangıçta İstanbul hükümetine bağlılığını bildiren Çerkez Ethem’in sözde isyanını (sözde diyorum çünkü bu olayın özellikle İsmet ve Refet Paşalar ile Çerkez Ethem in anlaşamaması konusu ve Mustafa Kemal Paşa’ya iletilen hususların da derinlemesine incelenmesi gerekiyor) bastırmakla görevli Paşa ve BMM bağlı düzenli birlikler Yunan ilerleyişinin haber alınmasının ardından İzzettin Paşa komutasındaki ikinci piyade ve yedinci süvari alayları Çerkez Ethem üzerine yönlendirilirken Albay İsmet Paşa ve Refet Paşa Yunan ilerleyişini durdurmakla görevlendirilmiştir. Bu bağlamda Batı Cephesinde işlerin pek de yolunda gitmediği aşikârdır.
Londra Konferansı
Birinci İnönü Muharebesi olarak tarih kitaplarımızda yerini alan bu olay cephede yaşananlar ve cephe gerisinde meydana gelen olaylar ışığında incelendiğinde BMM kayıtları ve basında yer alan haberler çerçevesinde değerlendirilirse ancak birtakım çatışmalardan ibaret olduğu ve Yunan Kuvvetlerinin gücünü toplamak adına geri çekildiği gerçeğini ortaya koyacaktır. Dediğimiz gibi konunun ehemmiyeti açısından daha ayrıntılı olarak değerlendirilmesi oldukça elzemdir. Ancak bizim için önemli olan kısmı bu çatışmalardan sonra yaşanan görüşmelerdir. Bu çatışmaların hemen ardından İtilaf Devletleri tarafından Londra da düzenlenen Londra Konferansı aslında Sevr Projesinin biraz daha yumuşatılarak Türk hükümetlerince kabulünü sağlama hesaplarından başka bir şey değildi. Konferansta İngiliz temsilcisi ve diğer itilaf devletleri bilhassa Yunanistan temsilcisi ile aralarında geçen diyaloglar bu durumu kanıtlar niteliktedir.
İngilizlerin ikilik çıkarma
planlarını suya düştü
Ankara hükümeti bu konferansa İstanbul Hükümeti aracılığı ile davet edilmiş ancak direk davet olmadan katılmayacaklarını bildirmişti. Daha kesin davet gelmemesine rağmen Bekir Sami Bey önderliğinde kurulan heyetin girişimleri ile BMM hükümeti de İtalya vasıtası ile konferansa davet edilmiştir. Konferansta hem İstanbul hükümeti hem de BMM hükümeti adına iki Türk heyeti bulunmasına rağmen İstanbul hükümeti adına konferansa katılan Sadrazam Tevfik Paşa’nın daha ilk konuşmasında ikilik çıkarmama adına sözü BMM hükümetine bırakması İngilizlerin ikilik çıkarma planlarını suya düşürmeye yetmişti. (Burada Sadrazam Tevfik Paşa’nın sözü BMM temsilcisine bırakması üzerinde iyi düşünülmesi gereken bir konudur. İstanbul Hükümeti neden böyle bir hamle yapma gereği duymuştur?) Ancak Konferansta konuşulan konular Yunanlara karşı kazanılan zaferden sonra masaya oturan bir galip devlet anlayışından daha ziyade Sevr Projesinin yumuşatılarak kabul ettirilmesi hususu üzerinde yoğunlaşmıştı. Bekir Sami Bey’de kendince İtilaf Devletleri temsilcileri ile birebir görüşerek birtakım kazanımlar elde etmeye çalışsa da onun ortaya koyduğu kararlardan hiçbiri BMM hükümeti tarafından Misak-ı Milliye uymadığı gerekçesi ile kabul görmemiştir. (BMM tarafından görevlendirilen Bekir Sami Bey kimseye sormadan kendince bir takım işler yapmış olabilir mi?) Zaten yapılan anlaşmalara baktığında İngiltere, Fransa ve İtalya hükümetlerine verilen tavizlerin açık bir şekilde göze çarptığı görülmektedir. Dışişleri Bakanlığı görevine gelmiş bir kişinin böyle tavizler vermeye razı olması da bize İnönü çatışmalarının mahiyetini gösterir niteliktedir.
İşte bu bağlamda Londra Konferansı Lozan’ın bir denemesi mahiyetinde idi… Önümüzdeki hafta da kaldığımız yerden Lozan’ın maddelerini değerlendirmeye ve Lozan’dan sonra Meclis’te yaşananları Misak-ı Millî’den verilen tavizlerin sonuçlarının meclise nasıl yansıdığını konuşacağız inşallah…
Selam ve dua ile…