Yazan insanın en zoruna gidecek şey Leylaları yok saymak belki de. Gündelik politikanın zehir saçan pasından; kalbimizi aydınlatacak Leylaları göremiyoruz. Bin yıllık ihanetler şekil ve binek değiştirip tepine tepine üzerimize çullanıyor. Teröristlerin ve terörist işbirlikçilerinin kan kokulu düşmanlıklarıyla didişmekten; hayat kokan, hakikat kokan, tefekkür kokan, kupkuru gözlere mahcup yaşlar konduran, insanı biraz daha insan yapan münebbih rayihaları içimize çekemiyoruz…
20 yaşındaymış Leyla. 1,5 aylıkken, kafa derisiyle beraber yanmış bebek yüzü. Saçlarını taramak, gezmek, tozmak, herkes gibi koşup oynamak istiyormuş artık. Korkuyorlarmış ama onu görünce. Ne okullar tahammül edebilmiş ona şu ana kadar, ne de otobüslerde seyahat eden yolcular…
Çağrılar sonuç vermiş gerçi. Devlet gerekli adımları atmış. Benim için mutluluk verici bir gelişme olmasıyla birlikte, mevzuya dair kişisel alakam biraz da şudur:
Leyla bir ‘’öteki’’dir. Acınan, korkulan, kaçılan… Evet, bu önemli bir meseledir. Fakat daha da önemlisi; vicdanımızı uyaran tüm ötekilere bakma biçimlerimizdir.
Şükürsüz ve şımarığız. Etrafımızda Leyla gibi, yahut başka sıkıntılarla imtihan olunan binlerce insan var. Arada denk geliyoruz. İnsanlıktan azıcık nasibimiz varsa içimiz buğulanıyor bir müddet. Sonra, sanki hiç yoklarmış gibi hayatımıza devam ediyoruz. Bütün o kısa ömürlü hüzünler; asıl gayeye yükselen ulvi bir merdiven de dikemiyor içimizde. Sadece, vicdan coğrafyamızdaki terk edilmiş enkazlara bir yenisini ekleyerek zihnimizde boşuna yer kaplıyor…
Oysa merhamet, üstünkörü bakılıp çıkılacak bir oda değil. İnsanı şükre, tefekküre, tevekküle, gayrete yükselten bir merdiven. İnsanı özünde kendine merhamet ettirecek, ruhunu doyuracak, insanlığını yeniden hatırlatacak bir manivela…
Maksat, bu merdiveni çıkmak ve bu manivelaya abanmak.
Farz’ların yanında, ömür boyu alnımızı secdeden kaldırmasak ve kalbimizi her zerresiyle masivaya düşman kılsak, yine de Allahü Teâlâ’nın layık olduğu hamd ve senayı eda edemeyiz. En azından, bu hakikati şuurlaştırarak elimizden geldiğince şükretmemiz, bize ihsan edilen nimetleri itiraf etmemiz gerekmez mi?
Bayağıları, bayatları, köhneleri dert ediniyoruz. Ne için üzüyoruz kendimizi? Yakışıklı veya güzel olmadığımız için mi küsüyoruz kendimize? Lüks ve şatafat için mi yıpranıyoruz? İnsanların ukalaca kıymet yüklediği sosyal hiyerarşilere mi takıyoruz kafamızı?
Derdimiz ne bizim yahu? Çıldırdık mı?
Göremeyen, duyamayan, tadamayan, konuşamayan, yürüyemeyen, düşünemeyen, hissedemeyen insanlar varken; hepsini yapabildiğimiz halde sürekli daha estetik olanı, daha iyisini, en iyisini istemek nasıl bir had bilmezliktir? Biz kimiz? Kime isyan ediyoruz? Neden sürekli sitem ediyoruz? Bahşedilmiş bütün nimetlerden bir anda mahrum kalabileceğimizi, daha fazlasını isterken topyekûn kaybedebileceğimizi neden unutuyoruz?
Tembelliklerimize neden hep bahaneler uyduruyoruz? Ne yapıyoruz da ne bekliyoruz?
Sarsılacağımız, silkeleneceğimiz, gafletten uyanacağımız her fırsatta; geçici ve gösterişli merhametlerle vicdanımızı rahatlatıyoruz. Kendimize acıyacakken başkalarına acıyoruz…
Fasılın hâsılı şöyledir:
Herkes, düzenli aralıklarla kendinden iğrenmelidir. Kulluk şuuruna erdirici, kibirden kurtarıcı, ana gayeye kavuşturucu tiksinmelerle temizlenmelidir…
Kısır merhametlere vicdan kudreti iliştirecek protez duyarlara sığınmamalıdır hiçbir kalp. Kin tutmalıdır nefsine insan olan. Had bilmelidir. Şükretmelidir. Kendine gelmelidir…