Geçtiğimiz hafta deizm ve ateizm karşılaştırmasından hareketle deizmin; ontolojik krizden çıkış için sığınılan bir melce ve ateizmin üstesinden gelemediği tinsel tatminsizliği izale etmenin, saygıdeğer bir yolu olduğunu belirtmiştik. Elbette bu yaklaşımımızdan deizmi meşru gördüğümüz sonucu çıkmayacaktır. Zira kainat ve onun eşref-i mahlukat şeklinde nitelenen halifesi insanın, var edildikten sonra kendi haline bırakılması; Alemlerin Rabbinin, her şeyiyle üstün ve özel bir varlık olarak yarattıktan sonra insanı kendi haline bırakması, ondan kelamını esirgemesi ve teklife muhatap kılmaması mümkün değildir.
Müesses dinlerin izahtan vareste kusurlarından ve vahiyle vicdani bağını koparan ademoğlunun yapıp ettiklerinden hareketle dinlerin reddedilmesi, pek çok problemi içinde barındırmaktadır. Tanrıyı “boşlukların/yoklukların tanrısı”na dönüştürüp atalete mahkum etmek, bunlardan biridir. Bir diğeri ise insanı kendine, ötekine ve tabiata karşı sorumsuz; tam da modernizmin talep ettiği gibi her anlamda kendine dönük ve alabildiğine özgür kabul etmektir.
Bilimle girmek zorunda kaldığı hiç de adil olmayan bir yarışta, adam akıllı dayan yiyen Kilise; bir çıkış yolu bulmak için kendi içinde çeşitli reformlar yapsa da yeni mezheplerin ve yorumların doğmasını sağlayan bir tarihi sürece seyirci kalmıştır.
Deizmin, kurumsallaşan dinlere itiraz niteliği taşıdığı doğrudur. Bu anlamda bir protesto hareketidir.
Örneğin Portekiz asıllı bir Yahudi olan Baruch Spinoza (ö. 1677), kurumsallaşan Yahudiliğe itiraz ettiği için herem* edilir. Latinceyi öğrendikten sonra okumaya başladığı Descartes, Bruno, Hobbes gibi düşünürlerinden felsefelerinden etkilenen Spinoza, Yahudi ezoterizmi denilebilecek Kabbala inancından kopar ve bilimsel düşünce yoluyla varlığı anlamaya ve anlamlandırmaya çalışır. Onun sakıncalı fikirlerini topladığı kitabı Etika, ancak ölümünden sonra yayınlanabilmiştir.
Kant da tarihsel süreç içerisinde değişim geçirerek orijinalliğinden uzaklaşan, aşkınlık ve evrensellik niteliği ındî yorumlara indirgenip dondurulan üstüne bir de kurumsallaşma konforuna yakalanan dinlerin, gerçek dinlerin üstünü örten bir nitelik kazandığını yazar.
Bazı deistler, nübüvvete itiraz ederken insanın yeryüzü serüveninde bir kılavuzluğa ihtiyaç duymayacak donanımda yaratıldığı tezini ileri sürer. Onlara göre fıtrat, akıl, vicdan ve beş duyu tanrısal özlerimizdir. Din duygusu, insanda doğal olarak gelişen bir süreçtir. Ahlak fıtrîdir. Öyle ki bir insanın çevresinde meydana gelen bir ahlaksızlığa tepki vermesi, köpeğin havlaması kadar doğaldır. İslam dini için bunun delili, insan fıtratında olmayan hiçbir şeyin insandan talep edilmemesidir. İslam’ın tümüyle insan doğasına uygun bir içeriğe sahip bulunuşu, kendinden önceki ilahi mesajların bu merkezden uzaklaşan uçlarını törpüleyen, ıslah ya da inha eden bir özelliğe sahip oluşu, sadece müntesiplerinin bir savı değildir. Bu hakkı kimi Batılı teologlar şu cümleyle teslim eder:
İslam’ın getirdiği doğallığı, insanîliği bizim dinimiz getirmiş olsaydı, tarihin akışı içinde yaşadığımız pek çok inanç krizi yaşanmazdı.
*Herem: Hıristiyanlıktaki aforoz ve İslamiyet’teki tekfirin, Yahudi kültüründeki karşılığıdır. Herem edilen kişi, sadece toplum dışına itilmez, aynı zamanda hukuki ve ekonomik yaptırımlara maruz kalır. En basit tezahürü, herem edilen kişinin, haram kılınmasıdır. Yani onunla konuşmak, görüşmek ve herhangi bir şekilde sosyal ilişki kurmak yasaktır. Artık o, içinde yaşadığı toplumda bir cüzzamlı muamelesi görecektir.