Dün, İzmir’den gelirken, havaalanında orta yaşlı ve yüksek tahsil görmüş bir zatla bir saat kadar sohbet ettim.. Bekleme salonunda, başka bir şehre uçmak üzere, hareket saatini bekliyordu.
Son ‘Paris Saldırısı’ndan rahatsızlığımı dile getirdim.. Tıpkı, bir gece önce, ‘İnsan ve Medeniyet Vakfı’nda sohbette, seçkin bir topluluğa hitaben de söylediğim gibi..
O da benim sözlerimden rahatsız olmuştu, yüz hatlarından hissettim..
‘Küresel sömürüye karşı küresel cihad..’ gibi laflar etti.
Hınçlıydı..
‘Milyonlarca müslüman nasıl bir kuşatılmışlık ve kıstırılmışlık halet-i ruhiyeti içinde yaşıyor, haberiniz yok galiba..’ dedi..
‘Öyle mi?. Vah vah!. Demek öyle de, ben habersizim.. Neyse ki, siz haberdarsınız ya..’ diye biraz ironik karşılık vermek geldi içimden, ama, yine de incinmemesi ve biraz daha konuşma imkanı olsun diye, mülayemetle konuşmayı tercih ettim.
‘Sivil-savunmasız kimseleri öldürmeyi, küresel cihad dediğni kavram adına nasıl meşrû görüyorsun?’ dedim.
‘Bak, Fransa Başkanı Hollande merhametsizce cezalandıracağız.. diyor.. Acımasızca, sonuna kadar yok edeceğiz.. diyor.. Kimleri yok edecek? Karşısında onlarınki gibi uçaklarıyla, füzeleriyle bir ordu yok, halkımız var.. Müslüman halkı toptan yok edecekler.. Onlar ayırım yapmıyacaklar da ben mi yapacağım?’ dedi, acı bir gülümsemeyle..
Evet, sen yapacaksın.. Çünkü sen müslümansın.. Sen de onlar gibi davranacaksan, onlardan farkın ne kalır ve müslümanlığın nereden belli olur? İşte o en hassas zamanda bile, hemen İslam’nı bize öğrettiği savaş kurallarını hatırlamalıyız, bilmiyorsak savaşa girmemeli ve savaşa girmeden önce de savaştaki sınırlarımızı öğrenmeliyiz..’ diyorum.
Kendisine göre öyle izahlar yapıyordu ki, tekrarı bile, abes..
Çünkü, her müslümana zarar verecek ve insanî-İslamî sorumluluğunun idrakinde olan hiç bir müslümana yakışmayacak, onu küçük düşürecek kadar sığ bir yaklaşım içindeydi.
‘Bu görüşleri her yerde savunabilecek misin?’ dedim.
‘Müslüman ahmak olamaz’ diye karşılık verdi.
‘Elbette, olamaz ve olmamalıdır da.. Ama, müslüman da, sözünü de eğip bükmeden, dosdoğru ve gerektiğinde her yerde tekrar edebilecek bir yüreklilikle ve akıllıca söylemelidir..Ama, nicelerimiz var ki, sözleri dinlenince, ‘dinlendiğimi bilmiyordum..’ diyecek kadar tuhaflıklar sergiliyorlar.. O halde, belki her doğruyu söyleyemeyiz, ama, söylediğimiz her sözün, doğru olduğuna inandıklarımız olmasına dikkat etmeliyiz. ’ demekten kendimi alamadım.
Ve, ‘Kesin doğru olduklarına inandığımız konular.. Yanlış düşündüğümüzü gördüğümüzde de, yanlışımızı itiraf edecek kadar cesaretimiz olmalı ve yanlıştan dönmeliyiz..’ diye vurgu yaptım..
‘Garabetin bu da bir nev’idir ki, insanlar,
Hakikati arıyayım der de, başka yolda yürür.
Ezkazâ, rastlasalar bir gün hakikate..
Hakikat onlara, onlara hakikate tükürür..’
demişti şair, bunu hatırlattım..
*
İslam’ın ‘saldırılmayana saldırılmaması prensibini nereye koyacaksın..’ dediğimde, hık-mık etti.. ‘Bunca saldırılar olurken, daha başka saldırılar mı bekliyorsun?.’ dedi ve ekledi: .
‘Yüzbinlerce-milyonlarca çocuk ve kadın ve savunmasız sivil müslüman halklar yıllardır katlediliyorlar, bunları görmüyorsunuz, Paris’de fısk’u fücur içindeki bir kaç insana acıyorsunuz..’..
Sonra da, ‘Sözüm sana değil, bazı müslümanlara..’ diye, o da biraz mülayemet yolunu tercih ettiğini gösterdi. Ama, ‘Bir hayli liberalleştiler..’ diye de mırıldanarak..
‘Eğer böyle düşünmek liberalleşmek ise, bana da öyle diyorsundur..’ dediğimde ise, ‘Estağfirullah’ dedi, ama, doğrusu inandırıcı gelmedi..
Sonra, uçak saati gelince.. ‘Umarım bana kırılmamışsındır, müslümanlar olarak birbirimizi uyarmalızız..’ deyip, ‘Asr Sûresi’, 3. âyette yer alan, ‘vetavâsavbil’haqq’ ibaresinin tek taraflı tavsiye değil, karşılıklı olarak hakkı tavsiyeleşmek meâlinde olduğunu hatırlattım.. ‘Sen ve ben kardeşiz, birbirimize hakkı tavsiye edeceğiz, tavsiyeleşeceğiz ve sen yanlıştanyasan ben, ben yanlıştaysam, sen, birbirimizi yanlıştan, ateşten korumuş olacağız..’ dedim.
Sonra vedâlaştık, o gitti, uçağına..
*
Geride, yalnız başıma, uçağımın vakti gelinceye kadar, kendi içimde kendimle bir hayli daha konuştum..
Biz ki, ‘Evet, zulmü kabullenemeyiz, ama, zâlim olarak yaşamak ve ölmektense, mazlum olarak yaşamayı ve ölmeyi tercih ederiz..’ diyoruz , inancımızın bir gereği olarak.. ‘Böyleyken, bize saldıranlar karşısında, onların savaşçı ve silahlı unsurları dışında kalan sivillerini de, toptan düşman olarak görmeyi nereden miras aldık?‘ demekten kendimi alamadım.
Ama, bunun da cevabını yine kendim veriyordum.
Çünkü, sıkıştırılmış, kıstırılmışlık halet-i rûhiyesine mâruz kalmış insanların o andaki tepkilerinin sağlıklı olmadığını Afganistan’da da görmüştüm, başka çatışma alanlarında da..
Başka zamanlarda, İslam’ın savaş ahlâkından söz edenlerin, kendileri açık bir saldırıya maruz kaldıkları ve ellerine fırsat geçirdikleri zaman, nicelerinin, bildikleri aslî ölçüleri bile nasıl unutup, hisleriyle, nefret ve kinleriyle hareket ettiklerine dair pek çok örnek dinlemiştim.. Hattâ, bir yerleri bombardıman ederken düşen-düşürülen bir uçağın pilotunun yaralı vaziyetteyken, etraftan yetişenlerce nasıl parça-parça edildiğinin haberini anlatan ve bunu normal bir insanî tepki olarak değerlendiren nicelerini de..
Ama, aynı kimseler, başka zamanlarda Hz. Ali’nin, kılıç savaşı yaptığı hasmını yere yatırıp öldüreceği sırada, yüzüne düşmanının tükürmesi üzerine, ol Hazret’in, kılıcını bir kenara bıraktığını ve şaşıran hasmına, ‘Biraz önce seni Allah’ıın kitabındaki ölçülere göre öldürecektim, şimdi ise, bana tükürdün, işin içine nefsim girdi..’ dediğini anlatıyorlardı.
*
Paris’deki saldırının aslî faillerinin kimler olduğu net olarak belirlenmedi, henüz.. Sadece, ‘sanılıyor..’ gibi ifadelerle bir yerlere işaret var.. Bu zımnî işaretler sonunda doğru da çıkabilir.. Ve, failler arasından, müslüman ismi taşıyan kimseler çıkarsa, şaşılmamalı..
Çünkü, içimizden bir küçük kesim, çılgınca bir savaş anlayışına kendilerini kaptırmıştır, bunu gördük.. O küçük gruplar, ölümü göze alarak değil, kendilerini koruyabilecek tedbirleri bile düşünmeden, tedbirsizce doğrudan doğruya ölüme atılarak gerçekleştirdikleri ve dünyayı ayağa kaldıran büyük eylemleriyle ‘cihad’ ettiklerini düşünüyorlar. Ama, o anda, sadece Avrupa’da bile, savunmasız milyonlarca müslümanı ağır baskılar altına sürdüklerini bile düşünmüyorlar.
*
Bu konuda sadece suçlamak yerine, ‘müslümanım’ diye ortaya çıkan herbirimiz birbirimizi derin bir nefs muhasebesinden, eylemlerimizle ve düşüncelerimizle, inanç adına ileri sürdüklerimizle sorgudan ve sorgulamadan geçirmeli değil miyiz?
*
Haa, bir de, Fransa’daki o saldırıdan sonra, Hollande’ın en büyük rakibi Sarkozy başta olmak üzere, bütün muhalefet partileri liderlerinin de, muhalif ve muvafık bütün medya organlarının da, son zamanlarda üstelik, popularitesi yüzde 25’lerin altına düşmüş olduğu söylenen bir Hollande etrafında nasıl kenetlendiklerini hatırlayalım. Ve bir de, bizdeki muhalefet liderlerinin ve muhalif medyanın, 10 Ekim günü Ankara‘da meydana gelen ve 110 kişinin ölümüyle neticelenen patlama sonunda, nasıl, hemen daha ilk anda, ‘Kaatil Hükûmet’ diye veya ‘Kaatil Erdoğan’ diye; ya da daha ilk anda İçişleri Bakanı’na ‘İstifa etmeyi düşünüyor musunuz..’ diye soran medyacıların asıl suçluyu keşfediverişlerindeki seviyesizliğe, sığlığa bakalım..
*