Rivayet odur ki Hz. Ali Efendimiz (ra) olanca heybetiyle namaza yetişmeye çabalarken, daracık yolda bir ihtiyarın ardına denk düşmüş. Çekil diyememiş, elbette bir kenara da itememiş, geç kalmaktan korka korka ardı sıra yavaşça mecburen yürümüş. Âlemlerin nuru Rasulullah Efendimiz (sav), namazı kıldırırken elbette anlamış Hz. Ali’nin geldiğini. Hz. Ali, ilk rekata yetişmiş, rükuda. Namaz çıkışı Rasulullah Efendimiz, neden geç kaldığını sormuş. Hz. Ali Efendimiz de ihtiyarı anlatmış, hızına ayak uydurduğunu mecburen. Rasulullah Efendimiz (sav) gözlerinden fışkıran merhametle “Sen anlamadın mı, o İblis’ti” demiş. Hz. Ali Efendimiz de “Anladım amma zahire bakmak zorundaydım” deyince Rasulullah Efendimiz (sav) “Doğru olanı yaptın” demiş.
Burada biz kıldan ince kılıçtan keskin bir köprünün üzerinde kalıyoruz. Ne yapmak gerekir? Ne yapmak gerektiğini zaten Rasulullah Efendimiz buyurmuş tabi ama biz ne yapardık? İter geçer miydik ihtiyarı? İtmek kaba kaçtı, bir şekilde yolun kenarına sürükler miydik? Bir yanda namaza yetişmek var, cemaatle kılmak yetmiş kat sevapken, onun şeytan olduğunu bile bile hem de. (Biz elbette bilemeyiz.) Bilemeyeceğimiz için zanda bulunma durumuna düşme ihtimalimiz de var. Zanda bulunmak ile zahire bakmak arası da işte o kıldan ince köprü. Zanda bulunmak yine bize şeriatça yasaklandı. Ehli tasavvuf da neredeyse tüm kemal öğretisini zahire/görüntüye takılmamak üzerine kurdu. Trevanin usta, ‘Katya’nın Yazı’ romanında “Ah bizim taşralı kadınlar, hiç işleyemeyecekleri günahların dedikodusunu yapmayı amma severler” diyordu. İşleyemeyeceğimiz, işlemek istediğimiz günahların hazzına dedikodu yaparak mı varıyoruz? Zanda bulunmak, gizli kibir mi barındırır? Bir günahı ayıplamak da aslında “Ben o günahı işlemiyorum, dindarım” demek midir?
Geçelim. Sıffın Savaşı’nda Muaviye tarafları Kur’an sayfalarını mızrakların ucuna takınca, Hz. Ali Efendimizin askerleri durdu, dağılma oldu. Kur’an’a karşı savaşamadılar. O vakit Allah’ın kılıcı, ilmin kapısı, Ehli Beyt’ten olan, Rasulullah Efendimizin damadı, Haydar-ı gerrar gayr-ı ferrar, Ebu Turab Hz. Ali Efendimiz seslendi: “Durun! Kur’an benim!”
Elbette ki o ilmin kapısı olması hasebiyle yaşayan Kur’an’dı. Orada mızrak ucuna takılan Kur’an değil, canlı Kur’an önemliydi. Zahir değil batın mühimdi.
Bugünün Müslümanlarının temel sorunu da burada zannımca. “Asıl İslam bu değil” cümlesi sirayet etmiyor kimseye. Çünkü asıl İslam biziz, o cümleyi kuran kişi asıl İslam. Kur’an’da yazıyor, demek yetmiyor, Müslümanım diyen kişiye bakıldığında “İşte Kur’an”, “İşte Kur’an’da yazıyor” denmeli. Müslümanın davranışı zaten Kur’an’da yazan olmalı çünkü. Biz, temsiliyet makamındayız. Dediğimiz/yaptığımız Kur’an’ı, İslam’ı temsil ediyor. Yiyeceğimiz her haram/işleyeceğimiz her günah, Allah katında bu yüzden vebaldir. Ehlullah yaşayan Kur’an olduğu için onlara bakanlar Allah’ı hatırlardı. İnanmak, yaşamayı gerektirir. Yaşamasız inanmak, lafızdan ibarettir. Kalbe sirayet etmeyen lafız da hükümsüzdür.
Unutmayalım. En’am Suresi 103. ayet: “Gözler O’nu göremez ama O gözleri görür.”