Napolyon’un Mısır’ı işgalinden (1798) bugüne Ortadoğu, uluslararası güç mücadelesinde edilgen konumuyla gündemini muhafaza etmektedir. Bunun en önemli nedenlerinden birisi, Osmanlı Devleti’nin zayıflamasıyla ortaya çıkan otorite boşluğudur. Zayıflama, çözülüş ve çöküş ile beraber Ortadoğu’daki merkezi otoritenin parçalanması ve bu gücü ikame edecek yeni bir otoritenin ortaya çıkamaması, ağır trajik hasarlara yol açmıştır. Batı emperyalizmi Osmanlı Devleti’ni tuz buz ettiği sırada, Suriye ve Irak’ın ileri gelenleri, Fransa ve İngiltere’ye karşı bir hal çaresi aramak maksadıyla, Mustafa Kemal Paşa ile temasa geçmişlerdi.
Mustafa Kemal Paşa, ecnebilerin en çok korktukları ve fevkalâde ürktükleri siyasetin İslam birliği siyaseti olduğunu belirttikten sonra, görüşmelerde muhataplarına şunları tavsiye etmişti: “sizler de bizler gibi kendi dâhilinizde kendi gücünüzle, kendi mevcudiyetinizle müstakil bir devlet olmaya bakınız. Biz, her şeyden evvel istiklâlimizin teminine çalışıyoruz. Ondan sonra birleşmemiz için hiç bir mani kalmaz. Bizimle itilâf veya ittifakın fevkinde bir şekil ki federatif yahut konfederatif denilen şekillerden birisi ile irtibat peyda edebiliriz.” Böyle bir politikanın farkında olan Batılı emperyalistler, bu düşüncenin fiiliyata geçmemesi için her türlü tedbire başvurdular. Öyle ki, sonraki yüz yıl içinde tarihi, bu noktanın bile çok gerisine götürmeyi başardılar.
Ortadoğu’da parçalanmış otoriteleri kontrol etmek, onlar arasında ihtilaf çıkarmak ve böylece tarafsız bir hakem rolüyle onları yönetmek, o günden bugüne Batı emperyalizminin geleneksel siyasetine dönüşmüştür. Bu düşüncenin Ortadoğu’da kök salabilmesi yani buradaki milletlerin yeniden bir araya gelebilmesini önlemek adına eğitimden kültüre, spordan sanata her nokta ihmal edilmeyerek milletler arasına nifak tohumları serpiştirilmiştir. Böylece, bölge insanları birbirlerini, Batılı misyonerlerin ve emperyalistlerin kalemlerinden tanımak durumunda kaldılar.
Bugün Ortadoğu için barışın yolu ironik bir şekilde Batı’nın taklidinden geçmektedir. Belki tuhaf gelebilir ama öyle. İkinci Dünya Savaşı sonrası Avrupa, nasıl tarihi düşmanlıklarına son verip tüm farklılıklarına rağmen yekvücut olarak Avrupa’yı imar etmek ve onu birleşik bir güç haline getirmek için işbirliği içerisine girmişse, bugün Ortadoğu ülkeleri de aynı yolu takip etmek mecburiyetindedir. Bu yol zor, meşakkatli ve uzun olabilir ama başka da çaresi yoktur.
Bu bağlamda Türkiye öncü bir rol üstlenebilir. Atılması gereken en önemli adım kültürel diplomasiyi etkin bir şekilde hayata geçirmektir. Maddi yardımlar önemlidir fakat ne kalıcılığı ne sürdürülebilirliği ne de yeterliliği mümkündür. İnsanları ortak paydada buluşturacak kültürel eylemler ancak kalıcı sonuçlar doğurabilir. Spor, sanat, eğitim, turizm gibi pek çok alanda sivil toplum düzeyinde yürütülen işbirlikleri amaçlanmalıdır. Kısaca İnsanların aracısız doğrudan birbirlerini tanıyabilecekleri platformlar inşa edilmelidir. Türkiye’deki inisiyatif sahiplerinin bana göre yaptıkları üç yanlış söz konusudur. Birincisi, Türkiye-Ortadoğu ilişkilerini 1914’ten yani kaldığı yerden başlatma uğraşısıdır. İkincisi, ülkeler arası ilişkilerin yalnız siyasi boyutuyla ele alınmasıdır. Son olarak üçüncüsü de, Türkiye’nin sürekli “büyük abi” rolüne soyundurulmasıdır.
Batı medyasının sıklıkla bu argümanları cilalayıp Ortadoğu ülkelerine servis etmesini bu açıdan düşünmek faydalı olabilir. Batı emperyalizminin oyun ve çıkarlarını sürekli olarak dile getirirken, bölgede buna mahal veren yanlışlar da yok sayılmamalıdır. Aynı ölçüde, geçmişteki hataları da romantik bir tarihsel kurguyla temizleme gayreti barışa hizmet sunamaz. Belki de daha önemlisi, tarihte donup kalarak, bugünün yeni, değişen ve küresel refahtan pay alma uğraşısında çaba harcayan komformist toplum tipi göz ardı edilemez. Bu açıdan kültürel diplomasi yoluyla Ortadoğu’daki insanların ve toplumların, dünyanın yeni şartlarında ortak fikirler üretmelerine hizmet edecek ortak zeminler oluşturulması elzemdir.