Kültür değişmesi ve yozlaşma: Bir çıkış var mı? (IV)

Abone Ol

Kültür değişmesi ve yozlaşma: Bir çıkış var mı? (IV)

Mescidi Nebevi ve hemen yanıbaşındaki birkaç sahabe mezarı, Memlüklüler ve daha sonra Osmanlılar tarafından sahip çıkılıp üzerlerine yapılar inşa edilmemiş olsaydı Vehhabiler tarafından muhtemelen diğerlerinin akıbetine maruz kalacaklardı. Yani, sahabelere ait birçok mesken, mekân, mezar yeri ve eşyanın, yerleri bile bilinemeyecekti. Hatta Vehhabi zihniyetinin en güçlü olduğu zamanlarda Mescidi Nebevi’nin yıkılmasının bile tartışıldığını biliyoruz. Bu tür bir yorumun doğal olarak ne kendi coğrafyasına ne de insanlığa, kendi medeniyet köklerine ters düşmesinin ötesinde, kültür ve tarih konusunda herhangi bir katkı sağlayamayacağı gayet açıktır.

Tarihsiz ve kendine ait milli kültürleri olmayan ve bunu zamanın akışı içinde geliştirmeyi başaramayan toplumlar bir kabile olmanın ötesine geçemezler. Kabile ile milleti biribirinden ayıran fark; milletin arkasında dayanak olan edebiyattan, sanata, örften, folklöre, dilden mutfağa, ortak tarihten ideale kadar milli kültür ilgilendiren büyük bir hazine birikimine sahip olmasıdır.

Devletlerin kültür politikaları hem kendi vatandaşlarına hem de dünyanın geri kalanına verilecek mesajları içermelidir. Milli kimliğin sağlıklı şekilde inşası dünü, bugünü ve yarını kuşatacak bir projeksiyonu gerektirir.

Herhangi bir ülkenin milli kültürünün farklılıkları, bir kimlik oluşturmanın yanında, diğer insanların gözünde onu meşru, ilginç ve cazip hale getirebilir. Çünkü insanlar, her yerde olanı değil, egzotik olanı, farklı olanı ararlar. Mesela turistlerin bu farklılıkların izlerini tarihi mimari eserlerde, müzelerde, kılık kıyafet ve ülke mutfağında arayıp bulmaya çalıştıklarını biliriz. Bu farklılıkların günlük hayatta aynen korunması mümkün olmasa da, bir takım teşviklerle belirli koruma alanları üzerinden bugüne ve gelecek kuşaklara iletilmesi, sosyo-psikolojik özgüvenin gereği olarak “kökler”i diri tutacaktır.

Bu konuda diğer ülkelerden örnek vermek gerekirse bizzat tanık olduğum için söyleyebilirim ki: ABD için 100 yıllık bir bina tarihi eser olarak korumaya alınmakta ve turistlere “tarihi bina” olarak ziyaret ettirilmektedir. Çin’in Çin seddi, Mısır’ın piramitleri, Hindistan’daki Hindu tapınakları, Almanya’nın tarihi kiliseleri bu ülkeler ve insanları tarafından sadece bir tarihi yapı olmanın ötesinde görülüyorlar. Adı geçen devletler, tarihi kimliklerin inşası ve köklerinin yeniden keşfiyle bunları milli/ulusal özgüvenin kaldıraçları olarak kullanıyorlar.

Bütün çalışmalar belirli bir devlet politikasına dönüşen uzun vadeli hedefleri olan bir kültür politikasının parçaları olmalıdır. Dil, tarih, mimari, estetik, sanat, müzik, folklör, el sanatları, milli mutfak vb. başlıklar bu makro politikanın birer parçası olarak düşünülmeli ve biribiriyle çelişmeyen, tam aksine birbirini besleyip güçlendiren icraatla hayata geçirilmelidir.

Türkiye’nin Orta Asya’dan Anadolu’ya taşıdıkları yanında, Balkanlar ve Kafkasya’dan ve İslam coğrafyasının her köşesinden az ya da çok aldıklarıyla zenginleşen zengin bir imparatorluk kültürü üzerine kurulu şehir kültürüyle ayrı mahalli kültürleriyle ayrı zenginlikleri barındıran milli kültürünün eşsizliği kıskandıracak kadar büyüktür.

Bununla birlikte, yıllarca süregelen ihmaller, ideolojik çekişmeler tarihi mirasın ve milli kültür meselesinin herkesin sahipleneceği ortak bir miras olarak görülmesine engel olmuştur. Böylece, milli kültür konusu, ülkenin bir çok ciddi diğer sosyal meseleleri gibi ideolojik çekişmeler arasında gölgede kalarak ihmal edilmiştir.

Bütün bu renkliliğin tektipleşmesi aslında insanlık adına üzüntü verici bir monotonluğa gidişimizi gösteriyor. Bu anlamda “kültürel çeşitlilik” ve farklı kültürlerin yanyana yaşayabilmesi anlamında “birlikte yaşama kültürü” konuları, sosyal bilimlerin ilgi çeken başlıkları arasında makale ve tezlere konu oluyor. Türkiye’de kültürel zenginliğimiz dikkate alınarak bu tür çalışmalar bir plan ve odak dahilinde artırılmalıdır.

Kültür politikalarının yönetimine bakacak olursak; “Turizm” ve “Kültür” birbiriyle ilişkili olsalar da aynı bakanlığın konusu olması, bu derecede büyük bir kültür coğrafyasının ve tarihinin işlerinin çoğu kez ekonomik gerekçelerle gündemde olan turizm başlığının gölgesinde kalmasına sebep oluyor.

Eminim ki, bakanlığın önünde kültüre dair devasa bir program ve işyükü vardır. Bakanlığın önünde klasik değeri olan ve tarihle bugünü buluşturacak yüzbinlerce tarihi kitabın ayıklanması tasnifi, kendi dönemlerinin Türkçesinden günümüz Türkçe’sine kazandırılması ve tanıtılması gibi ciddi bir görev duruyor. Klasik değeri olan bir kısmı için bugüne kadar tamamlanmış olsa da tamamlananlar “devede kulak” bile sayılamaycak kadar küçüktür.

Türkçe ve şivelerinde yazmış olan tarihi şahsiyetlere ait eserlerinin bugünün Türkçe’sine kazandırılması; yine Türkçenin lehçe ve şivelerini konuşan devletlerle özellikle ortak tarihi şahsiyetler, edebiyat, dil ve kültür politikaları konusunda işbirliği fırsatları kollanmalıdır.

Bu geniş konudaki önerilerimin geri kalanını çıkarmaya hazırlandığım kitabıma bırakıyorum.

Bu vesileyle, bütün okurlarımızın Kurban Bayramı’nı tebrik ediyorum…