Kültür değişmesi ve yozlaşma: Bir çıkış var mı? (II)
Milli kültürün dışa yansıyan ve belirgin görünümlerinden olan milletlerin mimari, kılık-kıyafet veya sanat anlayışları her milletin kendi estetik, zevk ve çevre şartları ve diğer milletlerle temas yoğunluklarına göre şekillenmiştir. Bu hal, son birkaç yüzyıla kadar da devam etmiştir. Ta ki, işgal, istila, fetih, kolonizasyon ve en son küreselleşme dönemlerine gelene kadar.
Yakın zamana kadar, Afrika ve Ortadoğu’da sıcak bölgelerde güneşi yansıtan ve serin tutan açık renk kıyafetler, sıcaktan başı koruyacak bir takke, şapka veya siper; dünyanın soğuk bölgelerinde kalpak veya deri kıyafetler giyimde milli karakterin oluşması üzerinde çevre şartlarının etkilerine örnekler olarak verilebilir. Her ne şekilde ve hangi kanalla olursa olsun kültür değişmesi, çevre şartlarının gerekli olduğu noktalarda bile moda ve yeni alışkanlıklarla geleneksel olanı zamanla safdışı ediyor.
Örneklemek gerekirse erkekler, mensup oldukları kültür ve bölgelere göre, başlarını Balkanlar, Türkiye, Ortadoğu, Afrika, Kafkasya ve Orta Asya’da bere, şapka, takke, kalpak, doppa vs. ile örterken bugün en soğuk veya en sıcak bölgelerde bile başın açık tutulmaya çalışılması modaya bağlı ve görsel yeni alışkanlara dayalı bir değişimin tipik bir sonucu. Yüzyıl öncesinde insanların kıyafetlerinden hangi kültür coğrafyasından olduğu anlaşılabilirken şimdi giyimlerine bakarak bunu anlamak imkansızlaşmış durumda. Bunun mutlaka olumlu veya olumsuz tarafları vardır ve farklı açılardan tartışılabilir.
Mimaride bir cami ve kilise kıyaslamasının iki ayrı medeniyet coğrafyasının karşılaştırılması gibi kültürel açıdan zor ve caba bir gayret olabilir. Bununla birlikte, kilise ve camiler de kimler tarafından inşa edildiğine bağlı olarak kendi bölgelerinde farklı karakteristikler taşırlar. Camilerin Kaşgar, Lahor, İsfehan, İstanbul, Kahire veya Casablanka’da ana gövdelerinin ve müştemilatının aynı olduğunu, ancak kubbe ve minare tarzı, renk, çini, hat, tezhip, tezyin stillerinin bölgeye göre değiştiğini görürüz. Bu çeşitliliğin sebebi, milletlerin estetik tercihleri ile bu seçimlere tesiri olan çevre faktörleridir. Bu çeşitlilik insanlığın ortak hazinesi ve renkliliği olarak kabul edilmelidir.
Antropoloji bilimi, 19. yüzyılda dünyanın her köşesini tarihi sit alanına çevirip kazan stratejik bir öncü kol olmuştu. O günlerde dünyaya egemen güçler tarafından tarihi ve mimari eserler üzerinden politik kimlikler inşa etmenin bir aracı olarak siyasi amaçlara alet edilmişti.
Bugün birçok devlet, kendi topraklarında veya dışarıdaki antropoloji kazılarıyla milli kimliğini yeniden ve daha güçlü şekilde inşa etmenin bir yolu olarak görür. Mesela İran, İslam öncesine ait tarihi eserleri Pers/Fars tarihinin bir parçası olarak görüp gizli ve derin milliyetçiliğin halkın arasında işletilmesinde kullanmaktadır. Konu açıldığında Türkiye’de bile zihinlere kazındığından ballandırarak “Şu kadar bin yıllık İran” denilerek söze başlanmaktadır. İran’ın bugün eğitim programlarında da tarihi turistik gezilerinde de Zerdüşt Pers dönemi ve Şii kültürünün önemli mekânları yanı Fars milli kimliğinin temel unsurları işlenmeye devam ediliyor.
Edebiyat, müzik ve folklor de kimliğin bir parçasını oluşturuyor ve birçok millet bu kültür varlıklarının üzerine titriyor. Mesela İran Ömer Hayyam’ın şiirini mezheple itikatla sorgulamıyor ve milli kültürünün bir parçası olarak kabul edip yayıyor. Yine etnik kimlikleri itibariyle Fars olmayan ancak Farsça yazan bütün yazarları kendi milli kültürünün bir parçası olarak bütün dünyaya tanıtıyor.
Kuşkusuz ki İslam, çeşitliliğe izin verir. Farklı milletlerin varlığını da kültürel hazinelerini de inkâr etmez ve belirlediği temel ilke ve kurallar dışında insanların sosyo-kültürel çeşitliliğine izin verir (Hucurat:13). Vahiy kaynaklı farklı dinlerin mensuplarını ve kültürlerini hukuken “zımmi” statüsünde sayarak korur. Bununla birlikte, bazı uç yorum ve akımlar, “kültür düşmanı barbar Müslüman” imajının oluşturulması için maşalık yapmaya devam ediyorlar. Başkalarına ve hatta Müslümanlara ait olan tarihi değerleri bile aşırı yorumlarla bir şekilde “şirk” sayarak yok etmeye çalışan arkaik zihin tipleri, bambaşka bir projenin parçası olduklarının farkında değiller.
Bin yıldan uzun süredir Müslümanlar tarafından yönetilen Afganistan’da 2001 yılına kadar halk veya yöneticiler tarafından yıkılmamış olan yüzlerce heykel ile birlikte Bamiyan’daki sembolik devasa Budist heykellerini bütün dünyaya servis edilmek üzere yıkan zihniyet, benzerleri gibi İslam’ı en iyi anladığını ve hizmet ettiğini zanneden zavallı bir kafadır. Dünya kültür mirasının bir parçası olan ve orada bin yıldır hiç kimsenin tapınmadığı heykelleri yıkan düşünce/düşüncesizlik tarzı Budistlerle Müslümanlar arasında nasıl bir fitne oluşturduğunu ya da yüzlerce yıl sonra Müslümanlar’ın tarihi eserleri nasıl yok ettiğine dair malzeme verdiklerini acaba hiç akletmişler midir?
Yazımızın son bölümünde birkaç örnekten sonra ne yapmamız gerektiğini müzakere edeceğiz…