“Allahü la ilahe illa hüvel hayyül kayyum…”
Yine nefes nefese uyandı. Yine kan ter içinde…
“…la te’huzuhu sinetün vela nevm…”
Uyanma esnasında, uykuyla uyanıklık arasında, o, rüyanın hala hissedilebilir anı geçene kadar yine
anlamadı uyandığını. Yine ne kadar gerçekçiydi.
“…lehu ma fi’ssemavati vema fi’l erd…”
İşte, dudakları kıpır kıpır… Rüyada okumaya başladığı Ayete’l-Kürsi’ye devam ediyor.
“…men zellezi yeşfeu indehu illa bi iznih’…”
Ellerini yüzüne sürdü. Toparlanmaya çalışıyor. Aklı nerede, kalbi nerede, kendisi nerede?
Sol yanına tükürdü.
“Şeytanın şerrinden sana sığınırım Ya Rabbi.”
Ellerini bir kez daha yüzüne sürdü.
***
İlk gördüğünde bile ne kadar dehşete düşmüştü bu rüyayı. Neden ikinci kez? Neden üçüncü kez?
Neden her seferinde ilk gördüğündeki kadar korkuyor, düşünüyor, yoruluyor, heyecanlanıyor,
endişeleniyor? Allah bilir…
Üstelik kimseye de anlatamıyordu. Çocukken dedesinden duymuştu Hadis-i Şerif’i, “kötü bir rüya
gördüğünde kimseye anlatmayacaktı.”
Allah yardımcısı olsundu.
***
Kuşandı. Çantasını son kez kontrol etti. Onlarca dosyadan sadece bir tane kalmıştı. Gerçekten bitiyor
mu Allah’ım? Evet, galiba gerçekten bitiyor.
Çıktı. Yürüyor.
Bu şehre film gelmedi, bu şehrin kendisi film oldu: “Bir Zamanlar Harabeydi”
Neler neler söylenmişti yangın başladığında. Söylenenlere itiraz edenler de neler neler söylemişlerdi.
En basitinden en karmaşığına, en artistik kurgudan en yalın tamlamaya…
“Amerika” bir kıta isminden fazlasıydı. “Avrupa” da… “Rusya”sız konuşamayanlar, “Çin”i keşfettiğini
ima edenler… Denklemler, denklemler, “Japonya…”
Buyurun, dünyanın kalbindeyiz. Yürümeyi ve taşlarla konuşmayı, yenilmeyi ve ufka bakmayı
öğrendiğimiz şehir… Pek çok şeyin başladığı ve pek çok şeyin bitmek üzere olduğu Bağdat’tayız.
Binaya girdi.
Kameralar, muhabirler, gözlemciler ve başkaları… Bir devrin kapandığına tanıklık etmek isteyen
herkes…
-Sayın Akkan, Sayın Akkan, beklenen karar bugün açıklanıyor, görüşlerinizi alabilir miyiz?
Alamazsınız. Çünkü “Sayın Akkan” rüyalar aleminde şu an. Sizi duyamaz. Tek istediği bir an önce
davanın noktalanması. Hayatı boyunca (kendisi de bilmediği ve henüz öğrendiği için) kimseye
anlatamadığı şeyi “Oybirliğiyle karar verildi” cümlesinden sonra insanların kendiliklerinden fark
etmelerini umuyor.
***
-Davacı Ömer Cabir ve vekili Osman Akkan ile davalı Yosef Weiss ve vekili David Aiello geldiler. Bilirkişi
raporuna karşı davalı tarafın itirazları hakkında davacı vekiline soruldu…
-Bir diyeceğimiz yok sayın hakim. Dosyada mevcut iddialarımızı tekrar ediyor, davanın kabulünü talep
ediyoruz. Takdir sayın mahkemenindir.
-Davalı vekiline soruldu…
-Dosyada mevcut savunmalarımızı tekrarlıyor, davanın reddini talep ediyoruz. Takdir sayın
mahkemenindir.
-…dediler. Gereği düşünüldü: Adres ve vasıfları dosyada belirtilen gayrımenkulle ilgili olarak, davalı
Yosef Weiss’in sunduğu mülkiyet, intifa ve zilyetlik iddialarının hukuk dışı olduğu tespit edilmiş
olduğundan davanın kabulüyle; gayrımenkulün tüm ayni ve şahsi haklardan arî şekilde davacı Ömer
Cabir adına tesciline; gayrımenkulün 28 yıl boyunca kullanma, yararlanma ve tasarruf hakkının davacı
Ömer Cabir’den hukuksuz şekilde alınmış olması nedeniyle davacının maruz kaldığı 4 milyon dinarlık
maddi zararın davalı tarafından tazminine; maruz kalınan manevi zarar nedeniyle 10 milyon dinar
yahut tedavüldeki diğer kıymetlerden muadili miktarın davalı tarafından davacıya ödenmesine
oybirliğiyle karar verildi.
İşte bitti. 90 yıl sürmüş olsa da bitti. Son işgal mülkü de sahibine iade edildi: Filistin artık bütünüyle
Filistinlilerin.
Şimdi ne yapacaksın Osman Efendi?
***
Basın toplantısına katılmadı. İçine mi sindiremiyordu? Utanıyor muydu? Yoksa basit bir mikrofon
fobisi mi?
Ah, şimdi Hasan Efendi’nin dizinin dibinde sonsuza kadar ağlayabilseydi. Yunus Aleyhisselam’ın
duasını okusaydı Hasan Efendi, “Küçük cihattan büyük cihada geçme” üzerine konuşsaydı, Süleyman
Aleyhisselam’dan bahsedip, “el-Muntekim” ve “el-Fettah” ism-i celillerini zikretselerdi, ne olurdu, ne
güzel olurdu.
Dalmış gitmiş, az kalsın kaza yapacaktı. Cenab-ı Allah bir küçücük sesle bile insanı hayata bağlayabilir.
-Selamun aleyküm.
-Ve aleyküm selam kardeşim.
-Bakan Bey seni çağırıyor Osman Abi, acil.
-Yoldayım. Trafik sıkışık
olmazsa 10-15 dakikaya
orada olurum inşallah. Hayırdır?
-Davanın sonlanması nedeniyle sanırım. Bir de… Haberleri duydun mu?
-Yok, duymadım.
-Neyse, gel buraya da konuşuruz. Telefonda olmaz.
***
-Müttefikler Şarkeli’ne saldırmışlar Osman Abi. Peşpeşe bombalar patlıyor kentlerde. Birkaç dakika
içinde Berlin’deki askerlerimizin hepsini esir etmişler. Valinin etrafı kuşatılmış durumda. Prag’da da
çatışma başladı.
Allah cezalarını versin! Allah cezalarını versin!
-Varşova ve Budapeşte’deki kuvvetleri sınıra doğru kaydırıyoruz… Hazırlıksız yakalandık Osman Abi,
çok hazırlıksız yakalandık.
“Tek istediğimiz birazcık itimat…” Aşağılık herifler. “İtimat” kelimesini kimden, ne zaman öğrendiniz!
Sizin itimada verecek bundan başka cevabınız olmayacak mı şu dünyada!
Kalbi hızla çarpıyor. Kalbi hızla çarpıyor.
İçinden, Esmaü’l-Hüsna ile Ayete’l Kürsi’ye başladı.
“Ya Cemil, ya Karib, ya Mucib, ya Habib, ya Rauf, ya Atuf, ya Maruf, ya Latif…”
-Sayın Bakan sizi bekliyor Osman Bey, buyurun.
Müsteşar Muavini Ahmet Münir… Devre sayılırlar. Ahmet Münir ile aynı dönemde bu binaya
girmişlerdi. Osman subaylıktan geçiş yaptığı için kısa bir intibak programıyla göreve başlamıştı
Hariciye’de. Kibar çocuktur Ahmet Münir. 25 sene olmuş, “Bey” demekten vazgeçmiyor.
Bir ses mi duydu? Sanki… Sanki içeride birileri kavga ediyor. Niye?
Kalbi biraz daha ağırlaştı.
“…ya Azim, ya Hannan, ya Mennan, ya Deyyan, ya Sübhan, ya Eman, ya Bürhan…”
İçerisinin bu kadar kalabalık olacağını hayal etmemişti. Savunma ve İletişim Bakanlarını, Genelkurmay
Başkanı ve diğer askeri erkanı bekliyordu ama 80’ini devirmiş Hüseyin Bekir Bey’in de bulunacağını
tahmin etmiyordu. Mübarek adam… Kaç kuşağa ilham verdi, kaç neslin kahramanı oldu… “Hüseyin
Bekir Yusufoğlu… Efsane komutan Murtaza Halil es-Senusi’nin 2016 yılında şehit edilmesi üzerine
Urumçi’deki 43. Tümen Komutanlığına atandı. Burada gösterdiği üstün başarılar dolayısıyla iki yıl gibi
kısa bir süre sonra Priştina’daki 7. Ordu’nun başına getirildi. Cebaliye’deki 6. Ordu Komutanı Nadir
Muhtarovic ile birlikte, 2020’de kazanılan Nihai Zafer’in iki büyük kahramanı oldular.”
Nadir Muhtarovic’in ruhuna bir Fatiha okudu.
Fakat… Odada çıt yok. Az önce duyduğu sesler… O sesler buradan gelmiyor.
Terlemeye başladığını fark etti.
“…ya Sultan, ya Müstean, ya Muhsin, ya Müteal, ya Rahman, ya Rahim, ya Kerim, ya Mecid, ya Ferd,
ya Vitr…”
-Beni emretmişsiniz Sayın Bakanım.
-Estağfirullah Osman Bey. Lütfen buyurun, oturun. Hemen durumu izah edeyim.
Henüz 42 yaşında olan Bakan Turan Börekçi ile beraber çalışmışlardı. Ondan 13 yaş büyüktü ama
zekasına, gayretine ve imanına hayrandı. “Gözbebeğimiz” derdi hep Turan için. Ona hizmet ederken
şevkle dolup taşardı. Ne ki 3 yıl birlikte mesai harcadıktan sonra, uluslararası mahkemedeki şu
mülkiyet davaları çıkmaza girince ayrılmak durumunda kaldılar.
Bakan Börekçi’nin o umuda meftun gözlerinde şimdi belli belirsiz bir telaş… Keşke onu bu halde
görmeseydi.
Sıkıntısı bir kat daha arttı.
“…ya Ehad, ya Samed, ya Mahmud, ya Sadıka’l-Vad, ya Aliyy, ya Ğaniyy, ya Şafi, ya Kafi…”
-Müttefikler barış anlaşmasını bozdular Osman Bey. Berlin ve Prag’daki çarşılara koydukları bombalar
paniğe sebep oldu. Biz henüz neler olduğunu anlamaya çalışırken havadan ve karadan taarruza
geçtiler. Berlin’de kontrolü ele aldılar bile. Kuvvetlerimizin bir bölümü destek için oraya kaydırıldı, bir
bölümü de Viyana’ya sevk halinde.
Titriyor. Korktuğundan mı? Belki… Belki de gitgide artan ve kendisinden başka kimsenin fark etmediği
o sesler yüzünden. Allah’ım, bu sesler de ne?
Daralıyor, daralıyor…
“…ya Muafi, ya Baki, ya Hadi, ya Kadir, ya Satir, ya Kahhar,
ya Cebbar, ya Ğaffar, ya Fettah…”
-Sizi buraya davet etmemizin sebebi… Osman Bey, Bihaç’ta gerçekleştireceğimiz gizli bir operasyon
için size ihtiyacımız var.
Operasyon?.. 55 yaşındaki Osman Akkan?..
Bir uğultu haline dönen sesler kulağında yükselmeye devam ediyor.
Eli ayağı uyuştu.
“…ya Rabbe’s-semavâti ve’l-erdı ya Ze’l-celal- i ve’l-ikram…”
Zorlukla konuşuyor:
-Şeref duyarım efendim. Lakin bölgedeki diplomatik temsilciler bu işe ne derler?
-Osman Bey, bunları düşünecek zaman değil. Hızla karar vermek durumundayız. Kuzey
komutanlıklarımız müttefik donanmasında da bir hareketlilik görüldüğünü rapor ettiler.
-Allah yardımcımız olsun Sayın Bakanım.
-Cenab- ı Allah’ın imtihanı sürüyor. Dua edeceğiz. Son nefesimize kadar dua edeceğiz.
“Nihai Zafer” koydular 18 yıl önce adını ama gel gör ki savaş devam ediyor işte. Dünyada dirlik ve
düzen tesis için bizi vesile kılmıştı Allah. Acaba başaramadık mı? Acaba emanete ihanet mi ettik?
Yoksa unutuyor muyuz sabretmeyi, şükretmeyi? Yoksa unutuyor muyuz “zulümat” ile “Nur”
arasındaki savaşın kıyamete kadar süreceğini?
Bakan Bey konuşmayı sürdürüyor ama artık onu duyamayacak durumda. Kafasının içinde çarpışıp
duran sesler her şeyi bastırdı artık. Hareket edemiyor.
“…ya’lemu ma beyne eydihim vema halfehum vela yuhitune bi şey’in min ilmihi illa bima şa’…”
Gözleri kararıyor sanki. Odadakileri hayal meyal görür oldu. Duasını bu kez açıktan, daha hızlı şekilde
okuyor.
“…vesia kürsiyyühüssemavati vel erd…”
Uğultular iyice yükseldi ama onları da bastıran bir ses duyuyor şimdi. Galiba… Evet, ezan sesi bu. Ama
bu vakitte… Ne ezanı?..
Bayılmak üzere.
“…vela yeuduhü hıfzuhuma ve hüvel aliyyül azim…”
Bir anda uyandı. Nefes nefese. Sağına soluna bakındı. Nerdeyim? Ne oluyor?
Rüyasında başladığı duasını hala okuduğunu fark ediyor.
“…ve’l-hamdülillahi Rabbi’l-alemin.”
Ellerini yüzüne sürdü. Kendine gelmişti.
O sırada kapı açıldı.
-Zodyaklar iyice yaklaştı Osman’ım, dedi içeri giren Cevdet Abisi. İki tane de helikopter var tepede.
Kalksan iyi edersin. Namazını kıl bir an evvel.
-Sağol abi, Allah razı olsun.
Cevdet Abisi elinde fotoğraf makinesiyle odadan çıktı.