Son dönem Osmanlı diplomasisi denildiğinde ilk akla gelen, büyük güçlerin bir araya gelmesini önlemeye çalışan denge politikasıdır. Bu politika temel olarak, imparatorluğun bağımsızlığını güvenceye almak üzerine kuruludur. Cumhuriyet diplomasisi de büyük oranda devraldığı bu mirasa dayanmıştır. Güvenlik, uluslararası düzene katılma ve olanla yetinme, Türk diplomasisinin alametifarikaları olarak görülmüştür.
Zaman içerisinde Avrupa merkezli düzenin korunmasına yönelik statüko yanlısı bu dış politika anlayışının, Türkiye’nin ihtiyaçlarına cevap veremediği görülmüştür. Dış politikanın başarılı bir sonuç doğurabilmesi, onun eylem ve girişimcilik ruhuna sıkı sıkıya bağlıdır. Bu realiteye rağmen, Türkiye ancak statükonun bozulduğu veya güvenliğine yönelik bir tehdidin ortaya çıktığı hallerde eyleme geçmeye çalışmıştır. Fakat birçoğuna hazırlıksız yakalandığı için başarısız olunmuştur.
İmparatorluk bakiyesi coğrafyaya yönelik takındığı olumsuz tutum ve Batı merkezli uluslararası düzene karşı beslenen aşırı bağımlılığın yarattığı Stockholm Sendromu, ilerleyen süreçte Türkiye’de derin bir özgüven kaybına neden olmuştur.
İmparatorluktan, Cumhuriyet’in ilk yıllarına kaybedilen topraklar, uluslararası örgütlerin Türkiye aleyhine aldığı kararlar (Musul,Kıbrıs ve AB’ye üyelik) ve dünya genelinde yapılan zulümlere karşı gösterilen sessizlik, Türkiye’nin Batılı devletlerden duyduğu korku ve endişeyi derinleştirmiştir.
İşin tezat kısmı, Türkiye’nin bu korku sarmalından çıkmak için daha çok Batılı olmaya çalışmak yönünde bir davranış sergilemesidir. Fakat bu davranış Batılı görünmekle sınırlı kalmıştır. Bu durum kaçınılmaz olarak şöyle bir korkunç tablonun ortaya çıkmasına yol açmıştır: Türkiye adına alınan siyasi, askeri ve iktisadi kararlarda Ankara’nın etkisi giderek azalmış, böylece toplumun devlete ve kendine olan güveni yerle yeksan edilmiştir.
Milli Mücadele gibi muazzam bir başarının ardından, Türk Milleti’nin böylesine bir korku sarmalına ve özgüven krizine çekilmesinin nedenleri üzerine düşünmek gerekiyor. Tıpkı bir aslanın korku ve ödülle terbiye edilerek kendi benliğini ve potansiyelini unutmasını sağlamaya benziyor bu durum. Öyleyse karşımızda iki seçenek bulunuyor. Ya yücelttiğimiz Türk Milleti’nin hakkını teslim edeceğiz ya da reva görülene razı olacağız. Kısaca arafta kalmaktan kurtulmamız gerekiyor. Tarihten çıkardığımız derslere zamanında çalışmamız ve benzer hatalara yeniden düşmemek için azami gayret göstermemiz gerekiyor.
Haklının değil güçlünün kabul gördüğü uluslararası sistemi kabul ettik ama güçlü olmayı ciddiye almadık. Şimdi her türlü zulme ağlıyoruz, ah çekiyoruz! Arakan’da satırla insan kesiyorlar! Bu nasıl bir vahşet arkadaş! Bir kez daha görülüyor ki, Türkiye, mazlumlar için, emperyalizme karşı durmak için, zulümleri önlemek için ve insanlık onuru için güçlü olmak zorundadır. Dolayısıyla Türkiye, bu âli menfaatine ket vuran seyahat düşkünü ehl-i keyf üst yöneticileri başta olmak üzere, her türlü ağırlığından biran önce kurtulmalı ve Türkiye’nin gerçek potansiyelini insanlık adına hayata geçirmelidir.
Sayın Cumhurbaşkanı Türk Milleti’ne, söylem ve eylemleriyle böylesine bir misyon yüklemeye çalışırken, bu gayretten bihaber, sadece kendi menfaatleri peşine koşan, milletin cesaretini kıran ve sadece sosyal medyada faaliyet yapan yöneticiler zümresini de fark etmeli ve bürokrasiyi cesur, ehil ve milletine ve devletine bağlı babayiğitlerle yeniden ihya etmeyi ihmal etmemelidir.
Gerçek ihtiyaç sahiplerini bulabileceğiniz bir bayram geçirmeniz dileğiyle…