İki kafadar Kordon’da oturmuş, gün batımına müteakip haddimizi aşan bir cesaretle üstatlara verip veriştiriyoruz. Çaya biraz Sakarya’nın suyu, biraz Mona Rosa’daki zambakların kokusu karışıyor. Ayaklarımız yere basmıyor. Bu arada yanımıza yaklaşan tinercinin elinde bıçakla para istemesi her şeyi yerle bir ediyor. Bütün bunlar bir buruk şiir oluyor.
Çay kokusu, keman sesi,
Kör adam, köz ve duman
Pörsük kırmızı bir akşam
Her şey bir o kadar anlamsız,
Bir o kadar hüzzam
Kendimi katınca, değişiyor çehresi
Yarılıp içinden çıkıyor şehrin
Sönük bakışlı bir nar tanesi.
Ya da;
İzmir’i dişliyor, elinde tiner
Lağıma düşmüş bir tarla faresi
Bin yıl eziyor yüreğim,
Bin adam kadar büyüyor çaresizlik
İçtiğim çay değil,
Anılarını unutan şehirlerin
Anasız yüzü.
Deminde tas plaklar dönüyor
İçimde bir yetim gülüyor
Bir yetim gülerken
Olana bitene,
Bin yetim de sövüyor
Ve inadına severken nasırlarımı
Ve öperken
Keskinleşen vicdanımı
Kanırtılmış yürekli kızların
Aşkımı bayrak yapası geliyor
Biliniyor alnımdan sızan
yazgım değil
Çocuklarım bana taş atıyor
Korkuma dayanak
Efsaneler ayartıyorum
Bıçkın sesler çalıyorum
mısralardan
-Fazıııl..!
Nerede ölümsüz gerçek
Neredesin diyorum
Köleleri boğduran şair
Neredesin
Hüznümün efendisi
Neresi bu
İzmir…
II
Seslerden dirilmek nafile
Sözün hükmü ne
Ürperten bir derinlik bendeki
Bir kelebek öfkesi
Sanıyorum bu küçük dalgalar
Bir küheylan yelesi.
Alt tarafı üç kulaç su
Uçurumlaştıran onu
Beynimdeki yasak çiçek,
Ve çiçeğin mahrem yerleri
Esmerleşince öteki yüzüm,
Can tanelerimden korkunca,
Korkunca uçurumumdan
Yalnız senin
Ellerinden tutunuyorum.
Bu makyajdan çürümüş şehre inat
Oysa ellerin,
Ne kadar kaygan ve terli.
Ellerin ne kadar hayat
Bile bile, öpüyorum ellerini
Bir intizarla gerdeğe giriyor gibi.
Kordon’da akşam başka eskimekte
Biliniyor Rosa’nın elleri
Körfezin dibinde çiçek ezmekte…