Batı dünyasında on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıllarda meydana gelen büyük toplumsal, ekonomik ve siyasal devrimler, kırsal tarım toplumlarını, şehirlerde kümelenmiş sanayi toplumlarına dönüştürmüştü. Geleneksel yapılar hızlı bir değişime uğrarken kapitalist ruh olarak tanımlanan yeni ahlak düzeni, tüm küreyi tesiri altına alabilecek bir altyapıya kavuşmuştur.
Her ne kadar bu değişim ve dönüşüm sürecinde psikolojik ve toplumsal ciddi kırılmalar veya dirençler kendini göstermişse de bunların hiçbiri kapitalist bir dünya düzeninin kurulmasının önüne geçememiştir.
Günümüzde de aynı şekilde, insanlığın, on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıllarda ortaya çıkan toplumsal ve ekonomik dönüşümlere benzer bir değişim süreci ile karşı karşıya kaldığı yönünde bir izlenim vardır. Pandemi nedeniyle alışılagelmiş hayat tarzının, toplumsal ve temel yerleşik düzenin büyük ölçüde sarsıldığı inkâr edilemez bir durumdur.
İki ana fikir arasında insanoğlunun bölündüğü anlaşılmaktadır. Birinci grup, yeni bir sistem ve yeni bir düzen ve yeni bir tipolojiyle yola devam edileceğini savunurken, ikinci grup, insanoğlunun kaos ve anarşinin hüküm süreceği bir eşiğe gelmiş olduğunu ileri sürmektedir. Esasında tüm değişimi pandemiyle başlatmak doğru değildir. Pandemi, dijital devrimin itici gücü olmuştur.
Sanal gerçekliğin içerisinde hapsolmuş, toplumsal işlevlerini yerine getiremeyen, ruhsal ve ahlaki ihtiyaçları bir türlü karşılanamayan ve daha da kötüsü hızla tanrılaştırılan bireyin egemen olacağı dijital bir dünya, beraberinde muhakkak bir çatışmayı, bölünmeyi ve ruhsal krizi getirecektir.
Bu açıdan ele alındığında, Amerika’da demokratik usullerle yapılan seçim sonuçlarına saygı gösterilmemesi ve dünyanın gözü önünde Kongre binasının yağmalanması, basit bir olay olmaktan öte, demokratik değerlerin toplumu bir arada tutma gücünü artık yitirmeye başladığını işaret etmesi bakımından oldukça önemlidir. Görülen odur ki, Amerika’da neyin doğru neyin yanlış olduğu konusunda ciddi bir çatışma yaşanmaktadır. Bu, demokratik bir kırılmadır.
Haliyle bu dengesizlik ve kırılma, devlet ile birey arasındaki egemenlik tartışmasını daha da güçlendirecektir. Dolayısıyla yakın gelecekte, yeni iki kutsal birim olarak tasvir edilebilecek tanrı-devlet ile tanrı-birey arasında yeni bir otorite yarışının doğması muhtemel bir senaryo olabilir. Bunun nedeni, yeni düzende olası bir anarşinin önüne geçebilmek için kim daha güçlü olmalı sorusudur. Birey mi, devlet mi, yoksa kitle mi?
Tüm dünyanın asli ihtiyacı, sosyal kontrolün sağlıklı bir şekilde çalışmasıdır. Şayet bu sağlanamaz ve yerini toplumsal düzensizliğe teslim ederse o zaman ekonomik, siyasal ve toplumsal altüst oluşlar domino etkisiyle birbirini takip eder ve dünya büyük bir anarşiye sürüklenir. Öncelikle artık şunu kabullenmek gerekiyor. Hastalıklar gibi anarşilerin de küresel çehredeki yayılım hızı yükselmiştir. Küresel kitlesel bir toplum, geleceğin en büyük öznesi olmaya adaydır.
O yüzden Amerika’da ortaya çıkan tablo bazılarına keyif verse de ürkütücüdür. Aslında bu tablo bir şekilde bir yerlerde sürekli karşımıza çıkan “küreselciler-ulusalcılar” tartışmasına da mantıklı bir kapı aralamaktadır. Nihayetinde küresel kaos, küresel bir federasyonu zorunlu kılarken, ulusal yapıları acizleştirebilir.
Nitekim pandemi sürecinde evrensel ölçekte yeni bir kitlesel uyum ve kontrol sürecine girdiğimizi ve artık yönetilmesi gerekenin “birey” yerine “kitle” olduğunu hep birlikte görebiliyoruz. Belki saçma gelebilir ama koronavirüs salgınının ölümcül etkisi de bu varsayımı doğrulamaktadır. Dikkat edilirse hemen fark edilecektir ki, kitlesel itaatin dışına çıkanlar ya hastalanmakta ya da ölmektedir.
Yine koronavirüs salgınıyla mücadelede, ancak nüfusun kitlesel desteği sayesinde başarı kazanılabileceği vurgusu, buradan ileri gelmektedir. Sakın yanlış anlaşılmasın! Olan bitenin bir kurgu, oyun veya bir tiyatro olduğunu söylemiyorum. Acizane niyetim, küreselleşmenin yeni gerçekliğine dikkat çekmektir.