Kitabın tarihî yolculuğu

Abone Ol

Fikirler ve düşünceler sesle, yazıyla, görüntüyle diyarlar gezer. Sesin insana bağlı hâlinden dolayı eski tarihlerde insandan insana ulaşımı coğrafyayla sınırlı kalırdı. Sesin dolaşım hızı, insanın ulaşacağı mesafe kadardı. İnsanın yaratılışından ne kadar zaman sonra olduğunu bilemiyoruz ama milattan önce 3500’lü yıllarda yazı icat edildi. Yazının iletişim dili olarak kullanılması da yüzyıllar aldı.

Sözün yazıya dönüşümü ağaç kabuklarında, taşlarda, parşömenlerde, derilerde kendine zemin buldu. Yazının gelişim yurdu bizim yaşadığımız topraklardır. Anadolu, Orta Doğu, Mısır, birçok icadın merkezi olduğu gibi yazının da kitabın da ana yurdudur. Bilinen ilk yazı olan Sümercenin taş tabletlere yazılması, Mısır’da yazının parşömenlerde rulo hâlinde kitaba dönüşmesi bu coğrafyada gerçekleşmiştir. Alfabenin bulunması da yine bu diyarda Lübnan bölgesinde yaşayan Fenikelilere nasip olmuştur. O nedenle yazı ve kitap bize tarihsel bir süreklilik içinde atalarımızdan miras kalmıştır. Bu medeniyetin ana yurdunda tarihin derinliklerine yolculuk yapınca bildiğimiz birçok şeyin yanlış çıkma ihtimali yüksektir. Nitekim Göbeklitepe’de yapılan kazılar birçok ezberimizi bozdu.

1450 yılında matbaanın seri kitap basma tekniği, batıya geçince kadim coğrafya geriye düşmeye başladı. Elle yazılmaktan kurtulan kitap matbaa sayesinden kıtalar aşmaya başladı. Matbaa sayesinde daha fazla çoğalan, depolanan, arşivlenen kitap yegâne bilgi kaynağı oldu. Matbaayı elinde bulunduran Batı, ilimde de racon kesmeye başladı. Bu dönemde kadim medeniyetlerin yurdunu elinde bulunduran Osmanlı Devleti’nde el yazıcılığı geçerliliğini koruyordu. Osmanlı’da ilk kitabın basımı, matbaanın seri üretiminde kullanımından 279 sene sonra olmuştur. İlk kitap İbrahim Müteferrika’nın matbaasında 1729 yılında basılan Vankulu Lügatı’dır. Bu kayıp yıllar, ilimde ve fende Batı’yla aramızdaki mesafeyi büyütmüştür.

Cumhuriyet’le beraber yeni bir döneme, yeni alfabeyle girilmiştir. Eskiden kopmak yeniye ayak uydurmak uzun zaman almıştır. 1950’li yıllarla beraber Batı’nın etkisine daha açık hâle gelen milletimiz hızlı bir şekilde okuma, yazma alanındaki açığı kapatmaya başlamıştır. 2000’li yıllarda her alanda açılım sağlanmış, bunun tesirlerini kültür hayatında görmek mümkün olmuştur. Dergilerin, gazetelerin, kitapların çeşit ve sayı bakımından zirve yaptığı yıllardır bu dönem. Ancak yeni bir teknik dalga her şeyi alt üst etti. 1990’lı yıllarda başlayan internet sayesinde “dijital çağın” kapısı aralandı. Taş tabletle medeniyet sürecine yön veren kitap, dijital tabletle yeni bir serüvene girdi. Artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını orta kuşağın üstündekiler yaşayarak gördüler.

Sözün, yazının, görüntünün iletişim aracı olan bütün klasik formları yavaş yavaş sahneyi terk ediyorlar. Bütün iletişim mecralarını bir alanda toplayan “dijital tablet” artık kitabı, gazeteyi, dergiyi, radyoyu, sinemayı, televizyonu bir araya getirerek iletişim alanında aslında kaotik bir dönemin kapısını aralamış oluyor.

İletişim alanında bu belirsizlik ormanında yol bulmak için bir müddet daha beklemek gerekecek. Kavramların anlamını yitirdiği bu “sanal” âlemde yeni iletişim dünyasının kurulması için çok disiplinli bir çalışmaya ihtiyaç var. Kitap medeniyetinin ana yurdunda kitabın yeni tanımı ve ekonomisinin oluşması için daha fazla kafa yormalıyız.