Yaklaşık bir asır önce Türkiye’nin yine böyle sıkıştırıldığı günlerde aydınların kimisi kendince liberal, kimisi korumacı, kimisi de orta bir yol öneriyordu var kalabilmek için. Sıkıştırılma dediğimiz şey, öncelikle bizlerin dünyayı ya anlamaması, ya da geç anlamış olmasından kaynaklanıyordu.
Bugün geldiğimiz noktada bu yolların hepsinin az buçuk denenmiş olduğunu biliyoruz. Fakat hiçbiri köprüyü geçmemize imkân vermedi. Bizde eksik olanın da gerçekten ne olduğunu sormaya cesaretimiz olmadı. Sorularımız ya birilerini suçlamak ya da minderden defetmeye matuftu.
Hangi dönem olursa olsun tüm bunları yaparken belirli politikalar için birlikte yol yürüyen insanların bile isteye görmezden geldiği bir insan tipolojisi hep vardı. Onlara ayrık otları, kara yüzlüler, uyumsuzlar yahut kınanmışlar diyoruz.
Tam olarak kim bu kara yüzlüler?
Onlar, hiçbir zaman makam ve mevki gözetmediler. Tek dertleri insanların huzurlu yaşamasıydı. Kendilerini bulunmaz Hint kumaşı da sanmıyorlardı. Sokulmak istenmedikleri karelerden zaten kendileri uzak durmaya çalışıyorlardı.
Âlemin delisi görünmek, belki en keyif alacakları özellikti ama keyif aldığının veya alacağının farkına vardıklarında da bu sefer o delice görüntü vermekten de köşe bucak kaçmaya çalışırlardı.
İşlerine karşı herkesten ama herkesten çok titizlenir, bir an önce bitsin de nasıl biterse bitsin diyen kesimle aralarındaki mesafeyi giderek açtıklarının farkına bile varmazlardı.
Kabalık ve kibir, en sevmediklerive asla affetmedikleri bir kötü huydu. Başarmak diye bir dertleri hiç olmadı. Düşündükleri tek şey, yapılması gerekeni yapıp geçmekti. Durmamak, beklememek, daima yolda olmaktı.
Onların ne bir partisi, ne ideolojisi ve hatta ne de davası vardı. Sorsan kimi Türk, kimi Kürt, Arap, Gürcü, Çerkez, Ermeni yahut Rum belki Yahudi’ydi.
İtibarlı yerlerde bulunmaktan sıkılır, muteber olduğunu düşündüğü an bulunduğu yeri hatta şehrini değiştirmeye bile kalkarlardı.
Yaptıklarını aşkla yapmaktan başkaca bir dertleri olmadı. Aşkla yapmayacağı işleri üstlenmekten ar duyar, aşkla yapmayı (meşk), en büyük ibadet sayarlardı.
Emeğe karşı gösterdiği saygıdan tanırsınız onları. Dünyalık biriktirme kavgasına girmez, girenlerin de yanında bulunmaktan hazzetmezlerdi. Sahtelik ve taklitten uzak durma, hakikat ve gerçeklik arzusu, onları daima yolculuğa iter, yolda olma bilinci yanlış yollara sapmaktan alıkordu.
Başlarına cemaat toplamaktan hazzetmedikleri için siyaset de bilmezler;hasbelkader toplanan cemaati dağıtmasını da yine onlardan iyi yapan çıkmazdı.
İnsanların anlam veremediği, etiketlenemeyen bir yanları vardı. Öyle olmak istedikleri için değil, öyle oldukları için öyleydiler.
Türkiye’nin, hiçbir beklentisi olmayan bu insanları kazanmaktan başka çaresi yok. Onlarla iktidarı paylaşmak için değil, onların meşklerinden faydalanmak, sıkışmışlıktan kurtulmak için elzem bir şey bu. “Onlar kim, nerede bulunur?” diye yola çıkanlarla da bu işin olmayacağı kesin…