Bazıları yazmanın bir iş olduğunu ve yazarlığın da bir meslek olduğunu düşünüyor. Yanılıyorlar. Hem de çok fazla yanılıyorlar. Aslında hak vermiyor da değilim bazı zamanlar onlara. Zira bunu sadece para için yapan hatta açık açık da bunu söyleyen, yazdıklarının da kıymetinin sadece etiket fiyatı kıymetinde olanlar da yok değil. Oysa yazmak başka bir şey; dua etmeye yakın bir hal. Dünyadan çekip gitmemek için, unutulmak denen prangayı kırmak için yapılan bir hal.
İşte bu maksatla yazılan ve derdi bu olan insanların yazdıklarına kitap diyorum ben ve onun için kıymet veriyorum. Öyle alelade bir şey gibi değil mukaddes bir emanet ya da bir sır gibi… Kütüphanesine girdiğinde kitaplarına selam verenler, hiçbir kitaba elini abdestsiz değdirmeyenler, en güzel kıyafetlerini giyip de kütüphanesinin kapısından içeri giren insanlardan söz ediyor eskiler…
….
Bazıları mal-mülk, bazıları para ve bazıları insan biriktirir. Kınamıyorum, ayıplamıyorum da ve hatta kendilerince haklıdırlar diye de düşünüyorum. Ama bazıları da var ki kitap biriktirirler. Her birinde bir başka dünya buldukları ve hatta bir başka dünyada oldukları, kıyamadıkları, bırakamadıkları ve paylaşamadıkları kitaplar… Daha önce söyledim mi bilmiyorum ama ben ödünç bile olsa kendi kütüphanem için aldığım okuduğum bir kitabı biriyle paylaşmam, paylaşamam. Zira o artık biricik, yeganedir. Binlerce kopyası da olsa o kitap benim olmuştur, bir parçam olmuş, sayfaları arasında benden izler saklamıştır. Başka hiçbir nüshası aynı değildir yani.
Ödünç verdiği kitapları geri alamayan birinin -Ali Şevki Hoca- söylediği şöyle bir beyit var zihnimde;
Dest-i gadr-ı müsteîrândan ziyânım bî-hisâb
Tövbe ettim âriyet ben kimseye vermem kitâb
…
Bir kitapta okuduğum bir hikâye hatırlıyorum. Bosna’da aylar boyunca ismine savaş denen ve fakat tüm dünyanın gözlerinin önünde masum ve mazlum halka karşı bir soykırımın yapıldığı zamanların sonlarında insanlar sadece yiyecek ve içecek bir şeyler almak için evlerinden çıkabiliyorlardı. O da uzun kuyruklar ve her an bir yerlerden gelebilecek bir merminin gölgesinde…
İşte öyle günlerden birinde, karlı bir Bosna ayazında yine bir kuyrukta bekleyen insanların arasında Boşnak şairler ve yazarların olduğu birkaç kişi bir başka şair arkadaşlarının orada olmadıklarını fark ettiler. İlk gün gelemediğini düşündülerse de ikinci ve üçüncü gün arkadaşlarını yine göremeyince aralarından gözü kara olan birkaçı her an bir yerlerden uçup gelecek mermileri de göze alarak şair arkadaşlarının evine gitmek için yola düştüler. Dip köşe saklanarak ve bin bir tehlike atlatarak en sonunda şairin evine vardılar. Her ne yaptılar ve ne kadar seslendilerse de evin kapısı açılmadı. En sonunda tek çaredir diye birkaç omuz darbesinden sonra kapıyı kırıp içeri girdiler. Ve gördükleri karşısında ne yapacaklarını bilemediler. Zira şair arkadaşları odanın ortasında öylece can vermiş, donarak ölmüştü ve önünde bir kül yığını duruyordu. Son bir çare diye soğuktan donmamak için ateş yakmış ama yine de çare olmamıştı. Küllerin arasından yanmış ayakkabıları ve birkaç ceket seçilebiliyordu. Ama o an arkadaşlarının gözü neredeyse bütün odayı duvardan duvara kaplayan ve her bir yanı kitaplarla dolu olan şairin kütüphanesindeydi. Kitapların hepsi olduğu gibi yerinde duruyordu ve bir tanesine dahi dokunamamıştı.
Şair soğuktan ölmemek için ayakkabısını, ceketini dahi yakmış ama kitaplarının bir tanesine dahi kıyamamıştı.