Tek başına ilginçlikleri yokken yukarıdaki gibi yan yana geldiklerinde enteresan bir poz veriyor, kilise, Yasin okumak ve hacı kelimeleri. Yasin’i okuyor, hacıyı tanıyoruz. Peki, burada kastedilen kilise nedir ya da neresidir? Kastımız İsevilerin pazar ayinleri, vaftiz törenleri vb. ritüeller için kullandıkları mekan değil elbet. Kilise gibi içi boşaltılmış, ontolojik prensibini yitirmiş bir yaşamı içselleştirmiş, varlık gayesine hizmet etmeyen, gece ve gündüz su-i istimaline göz yaşı döken her bir “şey.” Zaman, mekan, duyu, duygu, akıl, araç-gereç, kitap, gazete, şiir, nesir, fikir, strateji, göz, söz, burhan…
İnsan mı Tanrı’yı yarattı yoksa Tanrı mı insanı? Yeni yetme bir soru bu! İnsanın ne için var kılındığının cevabını bulmak, niçin yaratılmadığının yanıtını bulmaktan daha kolaydır. Şunu biliyoruz ki insan, kimi filozofların iddia ettiği gibi ne Tanrı’ya bir eğlence olarak yaratılmıştır ne de kendi kendini eğlendirsin diye. Varlığını bu kadar basite indirgemek insana büyük haksızlıktır. Emin olduğumuz vakıa şudur ki ademoğlu bir hikmete binaen dünyaya düşmüştür ve sürekli gözlem altındadır.
Kıyame Sûresi 36. Âyet’te her işinde hikmet sahibi olan Allah şöyle buyurur: “Yoksa insan başıboş bırakılacağını mı sanır?”
Anlam buharlaşmasına maruz kalan ve dahi abur cubur bir şekilde tükettiğimiz ömürlerimiz her gün biraz daha kiliseleşiyor. Kilise nasıl, tevhidi çarmıha gerip yerine teslisi ikame ettiyse biz de üzerimize iradi veya gayr-i iradi bir şekilde devrilen modern putların altında eziliyoruz.
Kilise nasıl, içlerinde Allah’ın mübarek adı anılan mekanlar olmaktan zamanla çıkarıldıysa gönül evlerimiz, dergah-ı kalplerimiz de her geçen gün bir nebze daha Allah’ı az hatırlar hale geliyor.
Kilise nasıl, üç kuruşluk dünya için ahireti satışa çıkardıysa biz de her gün biraz daha fıtri varsıllığımızı ucuz ucuz pazarlıyoruz.
Kilise nasıl, kutsal kitaplarını tahrif ederek kutsal emanete ihanet ettiyse biz de kendi hayatlarımızı yavaş yavaş metamorfoza tabi tutarak sadakatimizi yitiriyoruz.
Kilise nasıl, Alemlerin Rabb’ini olmayacak sıfatlarla tavsif ederek O’na insanın yapabileceği en büyük iftirayı attıysa biz de yaşamımızdaki başaklarla ile ayrık otlarını ayrıştıramayıp sapla sap bile olamayanı birbirine karıştırarak kendimize zulmediyoruz.
İnsan aldığı kararlarla kendine zulmeder. İnsan; fıtraten malumu olan iyi ile kötüyü, hak ile batılı, doğru ile yanlışı karıştırarak, sulandırarak, bulandırarak, mezcederek, tebdil, tahrif, tağyir ve dahi tahfif ederek önce kendine, sonra ötekilere ve ötekileştirdiklerine zulmeder. İnsan her gün binlerce mucizenin önünden geçmesine yahut mucizeler gözlerinin önünden geçip gitmesine rağmen onları görmeyip ayda yarık arayarak aklına zulmeder. Bilaşuur hakikat karartması yapar. Çünkü ins, cinnin aksine daha çok
bağımlıdır mahsusata ve makulata.
Uğruna büyük iptilayı ıskalamayı göze aldıklarımız o kadar kesret kazanmıştır ki bu grilikte hakikatin serriştesinden nasiplenmek ne yazık ki ahir zamana layık bir zorluk içermektedir.
Merhum Akif’e söyletildiği gibi:
“Tek hakikat var, evet, bellediğim dünyadan
Elli, altmış sene gezdimse de şaşkın şaşkın
Hepimiz kendimizin bağrı yanık aşıkıyız
Sade, ilanı çekilmez bu acaip aşkın.”
Bu meyanda mütezahir olmanın gönüllü köleliğinin trajik hikayesini başka bir yazıya bırakarak en ihtiyaç duyduğumuz şeyle bir duayla bitirelim.
Rabbim bu sisli zamanede kesifkirine rağmen sana sığınanların yüreklerini bırakma!