Özellikle bireyi ön plana çıkaran ve onu bağlı olduğu bütün yapılardan koparan -çıkarlar hariç- aydınlanma sonrası modern yaklaşımlar, insana “özgürlük” vadederken aslında onu sayısız kölelik biçimiyle karşı karşıya bıraktı…
Tıpkı sekülerleşme vaadiyle kandırdıkları insanı tanrısından kopararak, sınırsız tanrıyla muhatap kıldıkları gibi…
Bu sayısız kölelik biçimlerinden biri de insanın “kendine köle” olmasıdır…
İnsanı olduğundan fazla gösteren baştan çıkarıcı iltifatlar, fıtratı müsait olan insanın egosunu yükselttikçe yükseltti ve onu adeta bağlantısız, emsalsiz bir konum vaadiyle kandırdı…
Başkasının ne fikirlerine ne de yardımına ihtiyaç hissetmeyen aristokrat, modern-seküler insan etrafındakileri, hatta kendisinden başkasını -o bile tartışılır- görmemeye başladı…
Ve bu görmeyiş, öyle bir körlüğe ulaştı ki sinsice sokulduğu seküler insanı, yavaş yavaş kabarttığı egosunun kölesi konumuna düşürdü…
Dışarıdaki bütün seslere, uyaranlara kapanan ve sadece kendi buyurduklarının, ahkâmlarının sesine kulak veren “insan” kendi konuşmalarıyla büyülendikçe büyülenir hale geldi…
“Batı’ya karşı itirazcı” gibi görünse de, büyük bir çelişkiyle Müslüman toplumunun da en büyük ıstıraplarından birisi egosuna âşık, “kendine köle” bu insan tipidir…
Etrafınıza dikkatli gözlerle baktığınızda, ekranları ya da medyanın diğer her çeşidini izlediğinizde göreceğiniz en belirgin şey, insanların “diyalog” içindeymiş gibi görünen “monolog”larıdır…
Gerçekte kimsenin kimseyi dinlemediği, herkesin kendi söylediğine/söyleyeceğine odaklandığı hatta ne söylenirse söylensin -en mantıklı gibi ifadeler de dâhil- peşinen itiraz yiyeceği, çok küçük bir dikkatle teşhis edilebilecek hakikattir…
“Kendine büyülenmiş/büyülendirilmiş insan” vehmettiği bütün gücüne rağmen hem yapayalnız hem de çok güçsüz bırakılmıştır; biriyi hedefine almış gibi olsa da asıl amacı aidiyet bağlarını koparmak olanların dilediği olmuş ve sonunu mutlaka bir sefaletin izleyeceği kısa süreli saltanata kanmıştır insan…
Kendinden başkasını görmeyen karşıtını kaybetmiş insan, aslında kendi tanımını da kaybetmiştir; kendine büyülenen insan, bu büyünün etkisiyle önce kendini görünmez kılmıştır…
Kendine büyülenmemiş karşıtının farkında olan ve kendi konumunu, tanımını ona göre belirleyen isimlerin, toplumlarında nasıl bir “diriliş”i temsil ettiklerini, idol haline geldiklerini yakinen biliyoruz…
Şerif Mardin’in de işarat ettiği gibi: Türkiye için Necip Fazıl Kısakürek, Ruslar için Karamzin, İran için Ali Şeriati, Mısır için de Seyyid Kutub bu noktada oldukça ilham verici örnek şahsiyetlerdir…
Gerçek bir ilimle ve kendi inançlarının, değerlerinin kodlarıyla bütün dünyaya bakabilen ve etrafındaki bütün farklılıkları bu zenginlikle idrak edebilen bir şahsiyetin köleleşmesi oldukça zordur; yeter ki modernistlerin teklif ettiği “yalnız birey” tuzağa düşmesin…
Tarihte hazları ve ihtirasları sebebiyle “gönüllü” alarak köleleşenlerin sayısı, köleleştirilenlerinkiyle mukayese bile edilemez…
Kendisini “özgür” zanneden nice köleler vardır; maalesef kendimizi de ciddi manada gözden geçirmemizi gerektirecek kadar…
Avrupa’da neredeyse hiçbir sistemin destek vermediği ve adeta “sokağa terkedilmiş bir çocuk” gibi kendi kendisini büyüten ve bugün çoğumuzun reddedemediği demokrasi bile, “eşitlik” vadederken bahsettiğim tehlikeden ari değildir…
Üstelik eğer doğru işletilemezse demokrasilerdeki kölelik çok daha kitlesel hale gelebiliyor…
Eşitlik-özgürlük dengesi iyi kurulamadığında “çoğunluğun despotizmi” bütün renkleri esir alabiliyor…
Bugün bunun ön önemli örneğini ülkemizdeki sanat camiasında görebilirsiniz…
Kendilerini aydın, çoğulcu gibi gören sanatçılar, kendilerinden görmedikleri iktidarı ya da Cumhurbaşkanını öven meslek taşlarını nasıl da linç ediveriyorlar değil mi?
Bunu birçok alandan misallendirebilirim…
Şerif Mardin’in kastettiği baskıcı “zihinselmahalle” bana göre işte tam da budur; geleneksel mahalle kastının dışında…
Çoğunluğun “kişi hürriyeti”ni nasıl yok ettiğini –üstelik de demokrasi iddiasıyla- buradan görebiliriz…
Merhametten, vicdandan yoksun her sistem -bütün iddialarına rağmen- cebri ya da gönüllü kölelikler mutlaka üretir; varlığını sürdürmenin bir yolu olarak…
Bundan kurtulmanın yolu insanın egosuna yenilmeden, tevazuyla ilim ve değerler sitemine, örfüne bağlı kalmasıdır…
Köleliğin her türlüsü kötüdür; ama “gönüllü kölelik” hele de “kendine kölelik” aynı zamanda onursuzdur…
“Özgür” olduğunu zanneden “gönüllü köleler” ne acınasıdırlar; bunun farkına olmadıkları için ise iki kere acınasıdırlar…
Kendine aşık, zavallı bir körlük de cabası…