2000’li yıllarda İzmir Başak FM’de radyoculuk yaparken tanımıştım onu. İzmir’e gelişlerinde bizim davetlerimizi de kırmaz ve yayınlarımıza katılırdı. Mütevazı, samimi, hasbi, mert ve dobra bir adamdı. Vaktiyle tanıdığım pek çok siyasetçinin aksine, ona her şeyi sorabilirdiniz. Açık yüreklilikle cevaplar, hoşuna gitmeyen soruları homurdanarak savuşturma cambazlığına kalkışmaz, kendi aleyhine de olsa hakikati dillendirmekten imtina etmezdi. Umut tacirliği yaparak, popülist söylemler üreterek milyonları ardına dökmek yerine, inandığı hak ve hakikati paylaşan az sayıda kişiyle yürümeyi tercih etti. 28 Şubat’ta ve öncesinde hep Firavunların karşısında Musaların yanında duruşuyla hatırladık onu. Ve her güzel insan gibi önden giden atlılar kervanına o da katıldı.
Oysa ne siyasetçiler görmüştük. Yönelttiğimiz sorular çanak olmayınca hiddetini yayın sonrası koridorlara dökenleri mi ararsınız, kendisine ulaşmak için egosundan ördüğü duvarları tırmanmaya çalıştıklarımızı mı?
Hele bir gün canlı yayın esnasında, henüz kurulmuş bir partinin tazecik/körpecik genel başkanını, kısa bir süre bekletmek zorunda kaldığımız için telefonu kapatışını hiç unutmuyorum. Tekrar aradığımda söylediği cümle hala kulaklarımda: “Ben bir partinin genel başkanıyım. Beni bekletemezsin.”Biz bekletmemiştik ama sanırım o hala bekliyor, vehmettiği yerde olmayı. Zira bolca bastırdığı “genel başkan”lı kartvizitler elinde kaldı. Şimdi onlarla halka dönüp “seviyor, sevmiyor” oynuyordur. Allah selamet versin…
Ne zaman İzmir’e geleceğini haber alsak Muhsin Başkan ile hemen iletişime geçip davet ederdik. Reddettiğini hatırlamıyorum. Çaylarımızı yudumlarken memleket hakkında koyu bir sohbete başlardık. Zamanın yittiğini danışmanları hatırlatırdı.
Çok az insan tanırsınız hayatta, gördüğünüz an kalbinizin hemen oracıkta ısındığı. Öyle bir alperen tılsımı götürürdü gittiği yere. Sizi kendine çeker, aranızda alem-i ervahtan mülhem bir ülfet peyda olurdu.
Bir seçim sonrası şu diyalog geçmişti aramızda: Millet sizi çok seviyor, bunu herkes görüyor ve biliyor. Siz de bunun farkındasınız. Peki neden bu sevgi oya dönüşmüyor?
Verdiği cevabı dün gibi anımsıyorum: Biz kasabanın namuslu kızıyız. Bize kimse kıyıp da talip olmuyor.
Umum düşün dünyamızda Türk – İslam muhabbeti çok hoşumuza gitmezdi. Biz İslam’ın önüne, arkasına onu daraltan; ümmet oluşu yaralayan her türlü kavrama mesafeli durmayı öğrenmiştik. Milliyetçilik ve laikliğin Müslümanların sosyal yapılarına ve zihinlerine sokulmuş iki virüs olduğuna inandık hep ve bunda da yanılmadık. Ümmetçiliğimizden olsa gerek ırkçılığın her türüne karşı hipersansibilitik düzeyde bir hassasiyet geliştirmiştik. Ama onun milliyetçiliği de“adam”lığı gibi sizi kuşatır, tanımlarının dışında kalmanıza imkan vermezdi. “İslam ruhumuz, Türklük bedenimiz”sözü iğreti gelmediği gibi, entellektüel dünyamızın ufuklarında yeni köprüler inşa etmişti.
Rahman’ın has kulları vardır ki onlar, yeryüzünde tevazu ve vakar içinde yürürler. Ne makam ne mansıp onları değiştirmez. Zamanla eğilip bükülen değil, zamanı büken, vücut bulduğu her mekanı imkana dönüştürenlerdir onlar. Sen de onlardan biriydin, Reis.
Hayatın hak ve hakikate şahitlik etmekle geçti. Böyle bir ömrün finaline de şehitlik yakışırdı. Topu doksana takıp gittin be Reis!
Gittin ama sayende kabirler adam gördü, be Reis!
Bu devlet seni hep üşüttü Reis, lakin şimdi milletinin ılık yüreğinde bıraktığın iyiliklerle anılıyorsun. Onca yıldan sonra dahi adına dökülen gözyaşlarını ve ardından koşan duaları görünce, olduğun yerden memnun olduğundan eminiz.
Biliyoruz ki gayri üşümüyorsun çünkü Allah’ın emanındasın.
Ruhun şad olsun…