Ken Loach’ın Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye ile ödüllendirilen son filmi Ben, Daniel Blake (I, Daniel Blake) önümüzdeki hafta Cuma günü vizyona giriyor. Filmi geçtiğimiz aylarda 23. Adana Film Festivali’nde izleme fırsatı bulmuştum. Normalde güncel filmlerle ilgili yazılarımı vizyona girdikten sonraki günlerde yazarım ama ‘Ben, Daniel Blake’ filmi için bu rutini bozmak gerekiyor kanaatindeyim. Çünkü ‘Ben, Daniel Blake’ hikayesi ve tekniği ile başarılı ve kaçırılmaması gereken bir film.
Filmin başrolünde izlediğimiz Daniel Blake (Dave Johns) inşaatlarda çalışan bir marangozdur. Geçirdiği bir kalp rahatsızlığının ardından doktorlar çalışmasına izin vermez. Ve fakat işsizlik sigortasından yararlanabilmesi için İngiltere SGK’sından çalışamaz durumda olduğuna dair belli bir süre içerisinde onay alması gerekmektedir. Ama bürokrasinin koyduğu mevzuata göre Daniel Blake çalışabilecek durumdadır ve bu yüzden işsizlik maaşı alması mümkün değildir. Ne doktorlardan ne de bürokrasinin temsilcilerinden istediğini tam olarak alamayan Daniel Blake bu iki yol arasında gidip gelmekte bir sonraki faturalarını ödeyebilmek için neler yapabileceğini düşünmektedir.
Bu sırada iki çocuğu ile açıkta kalmış dul bir kadın olan Katie (Hayley Squires) ile karşılaşır ve onlara yardım etmek için çalışmaya başlar. Kendi maddi imkanları kötüye giderken bir başka ailenin yükünü de omuzlarına alması film için zorlayıcı bir nokta gibi dursa da bürokrasinin bir başka noktasına dokunması bakımından önemli. Katie içinde bulunduğu durumdan kurtulmak için hırsızlık ve fuhuş gibi yollara başvursa da Daniel Blake zaman zaman baba, bazen de eş içgüdüsü ile Katie’nin yanında durup, onun hayat yüküne omuz vermeye devam ediyor.
‘Ben, Daniel Blake’ karakterleri itibariyle her ne kadar soğuk bir İngiliz filmi olsa da anlattığı hikayenin içerisindeki çaresizlik, açlık, öfke ve merhamet gibi duygular ile evrensel bir noktada duruyor. Özellikle neredeyse bütün dünyanın problemi haline gelen ve insanı değil mevzuatı önceleyen bürokrasinin karşısında insanlar olarak nasıl çaresiz bir konumda olduğumuzu göstermesi bakımından ‘Ben, Daniel Blake’ önemli bir film. Her zaman öykündüğümüz, sistemini, teknolojisini, yaşama standartlarını övmekten kendimizden geçtiğimiz Batı’nın da böyle çirkin bir yüzü olduğunu göstermesi ve hatta bazı sahnelerde suratımıza bir tokat gibi çarpması bile başarılı bir film demek için yeterli.
İnsanların kendi elleri oluşturdukları sistemler, mevzuatlar gün gelip karşımıza çıkmakta ve bizi çaresiz bırakmaktadır. İnsanın insana hizmet eden bir sistem oluşturabilmesinin tek yolu ilahi sistemin izlerini takip etmektir. Çünkü insanların oluşturdukları sistem “kasa her zaman kazanır” mantığı ile işlerken ilahi izleri takip eden bir oluşumda sistem insana hizmet eden ve onu her zaman kazandıran bir forma bürünür. O yüzden Allah’ın ipine sımsıkı sarılmak ve onun adalet ve yönetim sistemini insanlığa doğru şekilde aktarmak Müslümanların en büyük görevidir. Bakış açısı adaletten uzaklaşan bir sistemin kalkınması ve ilerlemesi ancak ve ancak sistemi güçlendirmeye yarayacaktır. Ekonomik sistemde faizin sadece bankaları ve para babalarını güçlendirip “küçük”leri sürekli ezmeye devam etmesi gibi…
Bürokrasiye tokat atan ve onun kokuşmuşluğunu ortaya çıkartan ve sistemin insanı nasıl ezdiğini gösteren bu tarz filmler sinemanın nasıl güçlü bir sanat dalı olduğunu da gösteriyor aslında. Bir ev ağzına kadar çöple dolu olsa ve bu çöplerden hiç koku çıkmasa ve aynı zamanda çürüyüp etrafa zarar vermese hiç kimse çöplerden rahatsız olmaz. Zaten o zaman çöp diye bir şey olmaz. Ama akmaya, çürümeye ve kokmaya başlayan şeyler en sevdiğimiz şeyler bile olsa onlardan kurtulmak isteriz.
Devlet sistemlerinde de bu böyledir. Yama tutmayan, sürekli ihata veren ve insani olmaktan uzaklaşan sistemler değişmeye ve dönüşmeye mahkumdur. Yeni anayasa tartışmalarını bu bakış açısıyla değerlendirmek, yeniden küresel bir güç haline gelen güzel ülkemizi çok daha müreffeh bir vatan haline getirecek sistem değişikliğinin aynı zamanda daha insancıl olması gerektiğini göstermektedir.
Ben, Daniel Blake filmi muhtemelen çok fazla salonda gösterim şansı bulamayacaktır. Ama bu satırları okuyanların bir şekilde filme ulaşıp izlemesini tavsiye ediyorum. Ken Loach’ın en iyi filmi desem yeridir.
Özel not: Filmi izledikten sonra Batı’nın mülteci meselesinde neden bu kadar duyarsız olduğu konusunda da fikir sahibi olabilirsiniz. Batı’nın mevzuatlarında sizin için gerekli kriterler yer almıyorsa gerekirse açlıktan ölebilirsiniz. Kardeş, ümmet, mazlum vb. kavramlar bizim için ne kadar anlamlı ve önemliyse Batı’nın sözlüğünde birer kelimeden ibaret. Mülteciler meselesinde kollarımızı, kucaklarımızı çok daha kocaman açmaktan başka çaremiz yok. Bizi bizden başka bilen yok çünkü…