Önce bir hatırlatma:
Dün dedik ki, topyekûn ve cihanşumûl bir savaşın içinden geçiyoruz; ilan edilmemiş bir savaşın..
Bugün seçim günü olduğundan direkt siyasî partilerle ve siyasetçilerle ilgili bir yazı yazılması kanûnen yasak.. Çünkü kanun koyucu, oy verenlerin iradelerini ortaya artık hiç bir etki altında kalmadan kullanmaları için bugün, oyverme işlemlerinin sona erdiği saate kadar böyle bir yasaklama getirmiş..
Zâhiren doğru imiş gözüküyor..
Ama, fiiliyatta gerçekten de öyle mi ve etkili mi?
Sanmam..
Çünkü, oy verilen mekanlarda bile, hiç bir şey söylemeden, oy vermeye gelen bir kimsenin merdivenden iniş-çıkışına yardım etmek bile bir görüşün, bir grubun propandasına hizmet edebilir. Ya da duvardaki, geçmiş zaman dilimlerine aid tarihî kişilerin fotoğrafları.. Mesela, bir Fatih, bir 2. Abdulhamid ya da 1923 sonrası dönemin siyasî figürlerinin fotoğrafları..
Hattâ sandık başlarında bulunan kixilerin giyim tarzı, traş şekli, sakalı, eldeki bir tesbih, ya da partilere aid olmasa bile kişinin eğilimlerini yansıtan bir rozet, veya kıyafetteki bir takım renkler.. Bir selâmlama tarzı bile.. Çünkü, bir ’günaydın’ ya da ’hayırlı sabahlar’, bir ’mersi’ ya da ’Allah razı olsun..’ gibi söylemlerde kullanılan kelimelerdeki fark bile, farklı dünyalardan haberler verir.
Bunları propaganda yasaklarıyla nasıl önleyebilirsiniz?
Ama, mâdem ki kanun koyucu irade, böyle bir düzenlemeyi gerekli görmüş, biz yine de onu ihlal etmeyelim ve uzak sularda dolaşalım.
Ama, siyaset dışı konularda yazmak, yine de kolay olduğu derecede, bir o kadar da zor.. Çünkü, hayatın en vazgeçilmez iştigal alanı siyaset.. İnsanın cemiyyet /toplum halinde yaşadığı her yerde ‘Olmazsa olmaz‘ bir hayat alanı..
O halde siyaset denilince illâ da falanlarla filanlar arasında horoz döğüşü gibi devam eden bir boğuşma sözkonusu anlaşılmamalı..
Siyaset hayatın ta kendisi..
Bu bakımdan, bir kimse, ‘Ben siyasetle meşgul olmuyorum..‘ dediğinde bile, gerçekte kendisine aid bir hayat tarzını, bir siyaseti benimsemiş olmaktadır.
*
Gelelim, bu günün -siyasetsiz denilebilirse-, başka alanlarındaki bazı haber ve yorumlara..
Geçen hafta bir haber vardı medyada..
Resmî söylemlerde ‘Büyük dost ve müttefikimiz..‘ denilmeden anılmayan Amerikan emperyalizminin dev san’at ve kültür çarkları da elbette kendi yapısına, kendi dünyaya bakış açısına uygun olarak çalışıyor.
Bu ülkenin tv. kanallarında gösterilmekte olan bir dizi varmış.. ABD’nin Starz kanalında yayınlanan “Da Vinci’nin Şeytanları” (Da Vinci’s Demons) isimli dizide, Leonardo Da Vinci‘nin hayatını konu alıyor ve Da Vinci‘nin 25 yaşındayken hiç bilinmeyen hikayesini ve icadlarının gün yüzüne çıkmamış yönleri ve de Osmanlı’nın Otranto Seferi işleniyormuş..
Ama, bu dizinin bizi ilgilendiren asıl yönü, dizide, Osmanlı’ya ağır ithamlar vuruluyormuş.. Osmanlı İmparatorluğu’nun yaptığı Otranto Seferi, Leonardo da Vinci’nin gözünden anlatılırken, Osmanlı askerlerinin fethedilen şehirlerde yaptıkları ahlâksızlıklar ve insanların köleleştirildiği iddialarında bulunuluyormuş..
Önce, bu dizideki bir tarihî yanlışa değinmek gerekiyor önce..
Sözkonusu diziye göre, Osmanlı donanmasının başında İkinci Bayezid bulunuyormuş..
Halbuki sözkonusu ‘Otranto Seferi‘, Fatih zamanında ve Sadrâzam Gedik Ahmed Paşa komutasındaki bir ordu tarafından gerçekleştirilmişti; 2. Bayezid’in böyle bir komutanlığı sözkonusu değildi. (Gerçi, bazı padişahlar seferlere bizzat katılıyorlardı, ama, sufî-meşreb birisi olarak bilinen 2. Bayezid’in bu gibi seferlere eğiliminin olmadığı bilinmektedir.)
*
Medyada yer alan haberlere göre, sözkonusu dizide, Osmanlı İmparatorluğu’nun Napoli Kuşatmasında kullandığı askerî techizat, toplar ve savaşta kullanılan tank benzeri araçların Leonardo da Vinci tarafından icad edildiği ileri sürülülüyormuş.. Diziye göre Leonardo Da Vinci, dürbünle baktığı topların ve tank benzeri aracın tasarımını kendisinin yaptığını söylüyor. Başka bir sahnede ise Da Vinci, dizideki Abdurrahim adlı karaktere, ’Tasarımlarımı çaldın. Kafamın içine ulaştın. Planlarımı türklere verdin. Beni kandırdın. Beni kullandın!’ diyormuş..
Dizide, Osmanlı İmparatorluğu’nun askerleri, ’tanrı tanımaz kâfirler’ olarak da niteleniyormuş.. Floransa’nın önde gelen Medici Ailesi’nden bir yönetici, ’Türklerle anlaşalım. Onlar tanrı tanımaz ve kâfir olsalar da parayla satın alınabilirler’ derken, diğer bir yönetici de, “Kadınlarımıza tecavüz edip öldürdüler. Erkekler de esir alınıp katledildi. Bu tarz insanlarla anlaşma yapılamaz” diye konuşuyormuş..
Dizinin önceki bölümlerinden birinde de Eflâk Voyvodası 3. Vlad’ın “Tanrı’nın insanlığın başına açtığı bir sürü sorun problem vardır; depremler, volkanlar, salgınlar ve kanserler.Ama bunlardan daha kötüsü başımıza türkleri ve tatarları salması’’ ifadelerine yer verilmiş imiş..
Amerikan emperyalizmi bu gibi filmlerle, dizilerle, halkına hoşça vakit geçirmek için masallar mı anlatmak istiyordur; yoksa, onları, düşman olarak bildirdiği başka dünyalarla gelecekteki muhtemel savaşlara psikolojik olarak hazırlamak için mi bu yöntemlerden istifade etmektedir?
Herhalde, bu ikincisi..
Ama, müslümanların düşmanlarını ve hattâ sahibsiz kalan kadınları da esir olarak aldıkları kabul edilse bile, onlara ahlâksızlıkların yapıldığı idddiasını nereye koyacağız? Bunun İslam açısından caiz olup olmadığının tartışmasını başkalarından mı bekliyeceğiz?
Bir diğer husus..
Benzer şekilde, meselâ bizim televizyonlarımızda, ( velev ki, İslam açısından başkalarının kutsallarına hakaret yasaklanmış olduğu halde) hristiyanları veya başka dinlerden olanları aşağılayan, onları tahkir eden ve halkı onlara karşı bileyleyen filmler veya tv. dizileri yapılsa, bunlar karşısında bile, Amerikan Hükûmet Sözcüsü’nün kaygularını, endişelerini dile getireceğini görür ve ve Amerikan emperyalizminin, zımnen‚ ’Ne yapalım, toplumumuzu motive etmek, gelecekteki savaşlara da hazırlamak için bu gibi proğramlara ihtiyacımız var..’ dediğini hisseder gibi olursunuz..
*
**
Hatırlayalım, 7-8 yıl önce de, ’300 Spartalı’ diye bir film çevrilmiş ve bununla, 2500 yıl öncelerde, ’tanrıların rahibleri’, antik grek sarayından 300 muhafızı, (bir rahib, Sparta’nın kurtuluşunun sadece krallardan birinin ölümüyle gerçekleşeceğini söylediği için) Kral I. Leonidas’ın komutasında, sayıca çok üstün Pers imparatorluğu ordusuna karşı gönderdiği ve Termopylae Muharebesi’nde Pers ordusunu yendikleri , ama, Leonidas’ın öldürüldüğü anlatılmıştı.
Gerçekte ise, bu savaş, tamamiyle bir efsaneden ibaretti..
Ama, İran’a karşı yürütülen psikolojik savaş için, bugün bile, öyle bir efsaneden bile faydalanılmak istenmişti. Daha da ilginç olan ise, İran da, iki bin yıl öncelerdeki o efsaneden ibaret olan saçma iddialara tepki verip, o efsanenin İran tarafına sahib çıkarak, İran’ın asla o filmde anlatıldığı gibi olmadığını iddia etmesiydi, resmen..
Emperyalist dünya, kendisine karşı tehlike keşkil etmesi muhtemel her kim varsa, onları gerçek veya efsane olan hikayelerle de, ve kültür ve san’at yönünden de etkisiz hale getirmek için bu gibi konulara büyük yatırımlar yapmakta ve psikolojik savaşlardan meded ummaktadır.
**
Bu vesileyle bir de, Fatih’in öteki oğlu Cem Sultan’a da değinelim..
’Cem Sultan’ diye anılsa da, sultan olamamış olan bu şehzade, ağabeyi 2. Bayezid’le girdiği saltanat mücadelesinde yenik düşmüş ve Rodos’a sığınmış ve diğer deniz korsanlarının eline düşmüş, oradan İtalya’ya, Vatikan’a götürülmüştü. Ki, ona, Papalık /Vatikan Sarayı mensubları arasında gösteren bir resimde de yer verilmiştir.
İstanbul’u fethedip, Doğu Roma İmparatorluğu‘na son veren Fatih gibi birisinin oğlu olan öyle bir şehzadenin önce Rodos’ta Malta Şövalyelerinin eline ve sonra da Roma’da hristiyanların eline ve hele de Vatikan’a esir düşmesi, elbette ki son derece ilginç bir rehine olacaktı. Daha da ilginç olan, 2. Bayezid, kardeşi Cem Sultan’ı ellerinde tutmaları karşılığında, Papa’ya yüklü miktarda ödemelerde bulunmasıdır. Ama, o ödemeler Fransa Kralı’nın da iştahını kabartttığından, Cem’i Roma’dan almak istemiş, onu, Akdeniz siyasetinde bir koz olarak kullanmak istemişti. Bunu farkeden 2. Bayezid’in, Cem’in ortadan kaldırılması için Papalık’a, daha yüklü ödemelerde bulunduğu Batı kaynaklarında yazılır. Nitekim, Fransa Kralı, onu alamadan, Vatikan liderleri onu zehirlediler. İstanbul fatihi Sultan 2. Muhammed’in şehzadesi Cem, acı bir hayat yaşadıktan sonra gurbet ellerinde ölmüştü.
Cem’i öldürten 2. Bayezid’in, sonra da onun için yas ilan ettiği bildirilir tarihlerde.. Cem’in tahnit edilen/ mumyalanan cenazesi de ölümünden dört yıl sonra Osmanlı ülkesine getirilip Bursa’da defnedilmiştir. Cem’in çocuklarının ise, hristiyanların ellerinde din değiştirip hristiyan oldukları, vaftiz edildikleri bildirilir.
Ama, bizim burada asıl üzerinde durmak istediğimiz husus, hristiyan kaynaklarında Şehzade Cem hakkında yazılan, komik ve onu maskara etmeyi hedef edinen tarzdaki yazılardır. Hattâ o kadar ki, Batı kaynaklarında, Cem Sultan’ın yemek yeme tarzı bile alay konusu yapılmakta, kaba-saba, görgüsüz kimseler gibi yemek yediği bile iddia edilmektedir. Halbuki, Saray’da özel eğitimlerle yetiştirilmiş bir kimsenin o metinlerde anlatıldığı gibi görgüsüz , kaba-saba bir insan olması ihtimali neredeyse sıfırdır.
Elbette farklı dünyaların insanlarının davranışlarının birbirlerine ters ve hattâ komik gelmesi mümkündür. Bu yüzden, hele de birbirine düşman dünyaların insanlarının düşmanlarına hayranlık beslemeleri düşünülemez. Çünkü öyle bir durumda saygı duyulan düşmana karşı savaşılamaz. Ölmek- öldürmek-öldürülmek fiillerinin en yoğunluklu olduğu savaşta, bu fiiller için karşı tarafa derin nefret beslenmesi psikolojik olarak şarttır.
*
Bu vesileyle bir konuya daha değinmek gerekiyor..
Bu gibi tarihî iddialar konusunda bizim de çok dikkatli olmamız gerekiyor.
Ama, maalesef buna dikkat edilmediğini görüyoruz. Nitekim, ’Barbaros Hayreddin Paşa’nın Hatıraları’ diye , 40 yıl öncelerde günümüz türkçesine göre sadeleştirilerek yayınlanan bir eserde, Barbaros’un ağzından, bazı hristiyan ordularının yenilgiye uğratıldığının anlatılmasından sonraki durum anlatılırken, onların kiliselerinin de askerler tarafından tuvalet olarak kullanılıp kirletildiği gibi iddialar bile yayınlanabilmişti.
Bu gibi ilkelliklerin gerçek olup olmadığı ayrı bir konu, ama, mabedlerin dokunulmazlığı açısından İslam’a göre, asla caiz olmadığı ortada iken, bunların gerçek imiş gibi bugünlere aktarılmasıyla, birgün karşımıza kültürel silah olarak üzerimize çevrilebileceğinin düşünülememesi, bir diğer zayıf tarafımız olarak görülmelidir.
*