“Birbirlerini küçümsüyorlar, gene de birbirlerini pohpohluyorlar, birbirlerinden üstün olmak istiyorlar, gene de birbirlerinin önünde saygıyla eğiliyorlar.”
Asırlar öncesinden insanoğlunun fitne ve hırsına dikkat çeken Filozof, Marcus Aurelius, karmaşık ilişkilerin insanlığı getirdiği yer konusunda, maalesef bugün de çok haklı.
Ve bu çürümüşlüğün, kokuşmuşluğun içinde olmak istemeyenleri de uyarıyor filozof: “Hâlâ mümkünken, kendi yardımına kendin koş.”
Peki, bu gücü nereden bulacak insan? Kendi elini nasıl tutup güçlenecek. Tabii ki değer yargılarına bağlılıkla, güzel ahlak ile…
Onlar, ‘körler, sağırlar, birbirini ağırlar!..’ Şikâyet de etmez bunlar birbirinden; biri yere düşse, diğeri de düşer çünkü. Bir yığın menfaatperest, çıkar adlı düzenin içinde çırpınıp dururlar.
Yaşamı kendilerine ve çevresindekilerine zehir eden eğlence kolikler, şehvetperestler, paraya tapan kan emiciler; her işlerinde vitrine güveni koyarlar. Aslında bize gösterdikleri yüz ile taşıdıkları yüz arsında dağlar kadar fark vardır.
Her türlü şekle giren, nerede eğri büğrü iş varsa orada olan, alın terine muhalif insan bozuntularının oyununa geldiğimizi anladığımızda, aldatılmışlığın verdiği hüzün ile ayağa kalmaya çalışırız. Hadd-i zatında bizim hatamız, herkesi insan sanmamız.
Bu akıllı geçinen insan cinsi, zeki ve kurnazdır da. Hem seni kullanırlar, hem de işleri seninle bitince çöp gibi sağa sola fırlatıp, atarlar.
Bugün patolojik hasta gruplarının eylemlerini saymazsak, birçok gencimiz lüks yaşam ve özenti uğruna, canından oluyor, şiddet görüyor. Yanlış seçimlerin sonucu, bataklığa sürükleniyor. Genç kızlarımız daha iyi yaşam hevesiyle fuhşa, uyuşturucuya, insanlık dışı yaşama, tuzağa düşüyorlar. Sonrası kadın cinayetleri, gazete ve televizyon haberlerinin bitip tükenme bilmeyen dramı olarak sunuluyor.
Sahte sevgi ve ilgi ile avlanan gençlerimiz, iş işten geçtikten sonra anlıyor; insanın insanı kullandığını!
Seksenli yılların nasıl bir kâbus olduğunu bilmeyenimiz yoktur. Eline bir kitap alsan, hemen damgalanırdın ‘a bu şunlardan’ ya da biriyle gezsen ‘filancanın adamı’ denilirdi. Renklerden, ses tonundan, işaretlerden hep bir mana çıkarılırdı. Boğuluyor gibi oluyorduk yaşarken o dönemlerde. Hal böyle olunca da aileler çocuklarına sık sık nasihat ederdi. O dönemde babamla güvende sohbet ederken dedi ki: “İnsan kullanmayı meslek edinenler; ‘Kimsenin kara kaşına, kara gözüne hevesli değildir, onlar için önemli olan sen değilsin, çıkardır! Allah için, sevenlerin sayısı bir elin parmakları kadardır. Şüpheci olma, acele de etme. Daima temkinli ol.”
2021 yılından, seksenlerin çocuğuna bakınca, şimdi daha iyi anlıyorum babamı. O yıllarda masumiyetten, iyi niyetten inanırdı insanlar birbirine, şimdi çaresizlikten. Neden mi? Konformizm hastalığından. Hazırcılık ve olduğundan farklı görünme, aslı inkâr etme bir virüs gibi sardı ruhları.
Peki, nasıl ayırt edecektim, kullanan sevgi ile hakiki sevgiyi birbirinden. Rehberim İmamı Gazali olunca, zorlanmama gerek yoktu: “Yanında bulunmayan arkadaşını öyle bir sıfatla zikret ki, sen de o sıfatla zikredilmeyi arzulayasın. Onu öyle şeylerden affet ki, sen de aynısını istiyor olasın.” Gazali’nin işaret ettiği kapı, her şeyi önce kendi nefsinde sorgula, sonra uygula. Ötesi huzur.
Bugünün penceresine şöyle sesleniyor öykücü Güray Süngü: “Kork derdi bana, çok kork, çünkü insanlar kalpsizdirler.”
Kalbinize emanetsiniz…