I
Beklenmedik anlarda olur mucizeler
Unuttuğumuzda gelir en güzel muştular
Vazgeçtiğimiz gün kapıları açılır hayal ettiklerimizin
Kuruyup çatladığında toprak yağmur başlar
Umudumuz tükendiğinde nasibin atı görülür bekleme tepelerinden
Canımızdan bir parça koptuğunda tüm âlem tabip kesilir
Bitti dediğimiz yerde başlar hikâyemiz
Yine, yeniden, her dem yeniden yaratılmaktadır âlem ve adem
Bir Zümrüdüanka hikâyesidir bu
İçinde küçük bir köz parçası denli umudu olan çıkacaktır tufandan
Yenilgi yenilgi büyüyen zaferin ne olduğunu mevsimleri idrak eden anlatacaktır.
"Allah kar gibi gökten yağınca
Karlar sıcak sıcak saçlarına değince
Başını önüne eğince
Benim bu şiirimi anlayacaksın..." demişti Sezai Karakoç. Dememiş, adeta yüreğimize kar gibi lapa lapa yağmıştı. Yüreği yanmış niceleri bu şiire yüzünü tutup, "Şükür Allah bizi ne terk etti ne de unuttu!" diye geçirmişti içinden.
Kar yağmayan şehirlere bombalar yağarken
Bombaların, insanı bıçakla oyar gibi oyuk oyuk deldiği şehirlerde üşüyen çocukların titrek bakışlarından utanan kar, tüm kirlerimizi örtmek için
Unuttuklarımızı, çocukluğumuzu, dertlerimizi, paralarımızı, etmediğimiz şükürler, ihanetlerimizi, kullandıklarımızı, kara olanı, beyaz zannettiğimizi bir yorgan gibi örterken;
Ve biz kelimelerimizi bir kırbaç gibi örerken
Merhamet gökten kar olup yağmaya devam ediyor.
II
Karlı kış günlerinde, Kenan Evren zamanlarında, köyün içinde bir metreye kadar kar olurdu. Sevinirdik. Okul tatil edilecek zannederdik. Oysa, anamız sobayı yakmış, evin içi mis gibi bir sıcaklıkta, yatağın içinde kedi gibi kıvrılmış yatarken, kalk borusu çalardı. Okula gidecektik. Mevsimleri, oran ve orantıyı, anlamı bilinmeyen kelimeleri, ülkelerin başkentlerini, adını yeni öğrendiğimiz yazarların kitaplarını kurcalayacaktık. Okulun tuvaleti dışarıda, buz gibi, kendimizi tutacak, oturduğumuz sırada kıvranıp duracaktık. Hatta bazılarımız çözemediğimiz matematik probleminden ya da cevabını bilmediğimiz bir sosyal bilgiler sorusundan dolayı öğretmenden tokat yiyecektik. O soğuklarda yediğimiz tokadın yangını en az yarım saat sönmezdi yüzümüzde. Kalın yün çoraplarımızla, kara lastik soğukkuyu ayakkabılarımız patlayacak gibi olurdu. İyice pufuduk giyinirdik; şehirdeki amcaoğluna küçük gelen gocuk, Almanya’daki dayıoğlunun eski kazağı, Çingene bohçası gibi bir şey olurduk. Evet, köyün içine fare oyukları gibi yollar açılmıştı! Tabii ki Ahraz Amcam yapmıştı bunu. O çocuk dilimizle bildiğimiz tüm küfürleri ederdik. Neden gidip sıcak yatağında yatmaz da gelip okul yolunu açardı bu adam. Açtığı yoldan okula varana kadar ağzımıza ne gelirse saydırırdık... Okulun kapısında biz küfürbazların yüzlerini görmek için beklerdi. Suratlarımız hem soğuktan hem sinirden morarmış görünce o kendine has gülmesiyle bir gülerdi, bir gülerdi ki biz zaten duyamadığı küfürlerimizi daha da artırırdık. Ta ki okul kapısından içeri girip de o yanık tezek kokusunu alana kadar...
Lahana gibi üzerimizdekileri kat kat soyup tezek yanan sac sobanın başına vardığımızda, Ahraz Amcama dua ederdik.
Böyle değil mi hayat da; kızdığımız, köpürdüğümüz her ne varsa karın altına bir girmeye görsün, kardelen gibi çıkıyor ve tüm öfkelerimizin bir karlı rüzgârla tuz buz olacağını görmüyoruz.
III
Yine de kış, zengin mevsimidir. Fukaraya mevsimlerden arta kalan umudun sıcağından ötesi yoktur.