Tanzimat’tan bu yana çözüm ambalajlı “düğüm’’ antlaşmaları yapmayı adet edinmişiz. Edindirmişler daha doğrusu. Birlik ve ilerleme (motto)sunu bayraklaştıran eli uzun çeteler, bir daha açılmaması için bağlamış ahlâk ve kıymetlerimizin ukdelerini. O çetelerin kemâl mertebesine ulaşmış mümessilleri, en aşılmaz duvarlar örmüş ruh haysiyetimizle aramıza… Hepsi de dışarıdan beslenmiş ve yönetilmişler.
Çok örneği var.
İstanbul Sözleşmesi bunlardan biri.
2011’de başlayan fitillemelerin sonucu, 2014’te ilk biz imzalamışız o müfsid sözleşmeyi. Gurur duymuşuz bir de. Adına ‘’Kadınlara Yönelik Şiddet ve Ev İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi” demiş Avrupalı. Böyle dayatmışlar bize, biz de antlaşmışız…
Ama “… Ev içi…’’ yerine “… Aile içi…’’ demişiz biz. Çok önem veriyoruz ya aileye! Onlar “eşler veya partnerler” arasındaki şiddeti konu edinirken güya, biz “eşler veya ebeveynler arasındaki” şiddeti antlaşmaya değer bulmuşuz. Öyledir çünkü, racona uymaz! Partner kelimesi terstir bize. Ev, zina kokan bir kerpiç yığını değil, bir aile yuvasıdır bizim için. En azından gelenek öyledir…
Yeni değil. Hep böyle kelime oyunlarıyla tavladılar bizi. Hep aynı gösterişli yalanların müdavimi yaptılar.
Şirin isimler, ahlâk şovları, adalet arzulayan kadın sesleri…
Arka planda ise parçalanan aileler, eşya hükmünde erkek ve meydanlarda kulampara simgesi gökkuşağı bayrakları…
İstanbul Sözleşmesi, bize medeniyet bahşedecek uluslararası bir hukuk güvencesi değil; anestezi dozu bünyemize göre verilmiş bir karakter ameliyatı…
Kana susamış bir cerrah gibiler. 150 yıldır benliğimizde neşter oynatmaktan haz alıyorlar. Açtıkları her delikte daha çok kazanıyorlar. Her bir bıçak darbesinde daha büyük iştahla emiyorlar kanımızı. Bizi, yaptıkları her ‘’müdahalede’’ daha kapsamlı sömürüyorlar.
İçinde manipülatif doğrular barındıran bir yanlışlar bütünü çok tehlikelidir. Biz, ahlâkçılık soslu bu tehlikenin cazibesine kapıldık.
Kadına şiddet 2011’den 2018’e yaklaşık dört kat artmış. Hani, kadına şiddetin önüne geçmekti bütün mesele?
Kadına hakkını vermek, sokaklarda eşcinsellik borazanları öttürmek miydi? Kadını korumak, müdahaleye aç genç beyinlere cinsiyetsizlik aşılamak mıydı? Erkek çocuğu kadınlaştırmak, kız çocuğunu erkekleştirmek miydi o büyük çözüm? Adalet, yalnız kadın beyanını esas alarak başka hiçbir hüküm dayanağı kabul etmemek miydi? Bülûğa ermiş 18 yaş altı Müslüman gençlerin helâlinden evlenmesine tecavüz yaftası vurmak mıydı büyük kurtarıcılık? Yahut çağdaşlık, 15 yaşındaki baldırı çıplakları bar sahnelerinde istismar etmek miydi? Lise tuvaletlerinde doğan ölü çocukları dölleyen muazzam sistemin adı eğitim miydi yoksa?
Sahi neydi, kadın meselesi? Neydi şu toplumsal cinsiyet eşitliği?
Sanayileşen giyotin fetişistlerinin, ucuza çalıştıracak köle bulamayınca, kadınların duygularına hitap ederek onları istekli birer işgücü metaına çevirmesi miydi? Ve bu sermaye kurnazlığının günümüzdeki Türkiye cephesi, Müslüman Türk kadınının üzerine bir İslâmî feminizm pespayeliği giydirmek miydi?
Çok soru var sorulacak. Dallanıp budaklanacak çok bulmaca var.
Fakat bu bulmaca burada bitmiyor…