Önceki yazımızda kadın için: Kadın mayadır. Çiğ sütü, şifalı yoğurda ve peynire çeviren çiğ tanesinden bir maya gibidir; Üreten gerçek güçtür; Hekimi- mühendisi, mimarı-sanatkârı, şair ve edipleri, bütün fikir işçilerini doğuran anaçtır, Medeniyet kurucuları onun rahminden neşet eder; toplumun saf ve dönüştürücü mayasıdır o demiştik. Ancak kadının bu fonksiyonu ve misyonu ifa edebilme şartını da doğallığını yitirmemiş, fıtratı bozulmamış olma şeklinde belirtmiş ve bahsettiğimiz kadının ontolojik duruşunu inkâr etmeyen, doğallığını ve iç sesini koruyan “kadın gibi kadın” olduğunu söylemiştik. İşte Küreselleşme çağının bu kadına adeta teşhir metaı ve reklam malzemesi olmaktan öte gitmeyen bir değer atfettiğini görüyor ve buna karşı söyleyecek sözümüz var diyoruz.
Bizce, kadını ruhu, kalbi ve bedeniyle bir bütün olarak ele alıp anlamaya çalışmayan hiçbir düşünce, ona hakkettiği değeri veremez. Onu ekonomide üretim saflarının eşit partnerlerine indirgemek, kadını sahip olduğu değerin altına düşürmektir.
Kadını öncelikle bedeniyle sömüren, onu ailesiz ve sığınaksız bırakan, erkekleştiren sistemlere karşı aklı başında olan kadınlar herkesten önce ön saflarda mücadele etmeli. Kadın haklarını savunanların önceliği sanayideki kadın istihdam oranları olmamalı. Onlar kadının istismarının, meze ve çeşni olarak görülmesinin, aklı, ruhu ve yüreği yerine sadece etiyle değerli görülmesinin önüne geçecek mücadele alanları açmalılar.
Kadın sonu gelmez mücadele alanlarına çekilmemeli. Onun doğasına uygun şekilde nahif, kırılgan ve zengin iç dünyasını anlayacak bir çalışma ortamı oluşturulmalı. Suistimallerden onu koruyacak bir ortam olmalı bu.
Kadın eğer anneyse, çocuğuyla bağının kopmayacağı bir ortam oluşturulmalı. Çünkü, onun ruhen hırpalanması, doğrudan çocuğun ve dolaylı olarak eşin de hırpalanmasıdır aynı zamanda.
Bizi sosyal ortamda yaşamaya yönlendiren ontolojimiz, erkek veya kadın olarak bizlere yalnız kalamayacağımızı da hatırlatıyor. Vicdanımız ve iç sesimiz, kadından basit, dakikalık, günlük ve geçici zevklerin tatmini için değil, onunla sürekliliği olan ve topluma çocuktan, insandan, estetikten, kültürden ürünler kazandıracak velut bir ortamı kurma gereğini kulağımıza fısıldıyor.
Ona anne olmayı çok gören, onurlu bir eş olmayı aşağılama gibi gösteren hasta düşünce, “evinin direği” olma yerine, “herkesin kadını” olmayı özgürlük olarak sunabiliyor. Halbuki hayat bir bütündür. Tek bir kesitinden onu değerlendirmek insanı her zaman yanıltır. Hayat hep 20-35 yaşlar arası gibi gitmez ve her şey hızla değişir.
Kadını dişiliğiyle azami yirmi yıl, kişiliğiyle ise ‘ömür boyu’ değerli kılmayı sağlayacak ortamlar kurulmadığında, onu aylık, haftalık, günlük arayışların kucağına fırlatan bir zemin kendiliğinden oluşuyor. Çünkü bu dalgalı hayatta, hayatlarını ilke, değer ve duruşları üzerine kuranlar, vadelerini onurlarıyla tamamlamaya daha yakındırlar. Rüzgâr önünde savrulmaya açık hayatlar ise herkesten daha fazla istismara açık kalıyor.
Bilindiği üzere, savaşların veya yıkılan rejimlerin bedellerini en ağır haliyle önce çocuklar, sonra da kadınlar ödüyorlar. Ağır can kayıpları ve bedenlerde uzuv iptalleri yanında en az bunlar kadar kötüsü, sağ kalmayı başaranların ağır şekilde zedelenen psikolojileri…
Bizde, İmparatorluğun çöküşünü hazırlayan savaşlardan sonra, Çanakkale ve İstiklal savaşlarının ardından, erkekleri neredeyse tükenen bir milletin kadınların omuzlarında yeniden toparlanıp ayağa kalkması mümkün olmuştur. Bunun aksi olup geride sadece erkekler kalkmış ve kadınları kaybetmiş olsaydık erkeklerin toplumun geri kalanını inşa etmesi çok daha uzun zaman isteyebilirdi.
İkinci Dünya Savaşı sonrası Almanya’sında ve 1990’ların başında SSCB’nin dağılması sırasında, Doğu Blokundan yüzüne bakmaya kıyılamayacak güzellikte kimisi çocuk yaşta zavallılar, ayak kokusu çürük dişlerinin kokusuna karışanların sofralarının mezeleri olarak “et pazarı”nın dünyanın en ucuz kölelerine çevrilmişlerdi.
Dünyanın her köşesinde milyonlarca kadını mağdur eden ve onu bir ‘özne’ olmaktan ‘nesne’ olmaya indirgeyen ve onu yüreği, aklı, sanatı ile değil, etiyle değerlendiren bu pazara karşı, en önde kadın derneklerinin gündem oluşturması gerekiyor.
Bugün de Irak ve Suriye’nin hali ortada. 1990’larda Bosna Savaşı ve Çeçen Savaşı’nın ardından on binlerce kadın, dul; on binlerce çocuk da yetim kalmıştı. Savaş sırasında erkekler savaşırken kadınlar evlerini ve çocuklarını dağıtmamaya çalıştılar.
Kadın, çocuğu yetiştirmekle kalmıyor, erkeğe de yön veriyor; ayrıca hemcinslerini de şekillendiriyor.
Çocuklar hayata bakışlarını, insan ilişkilerini farkına bile varmadan annelerinden öğreniyorlar. Tabiata, insana, hayvana, ağaca, eşyaya sevgiyi ve saygıyı; ahengi, uyumu, nezaketi, usul ve adabı -istisnaları olsa da- babadan çok anneden görüyor ve öğreniyor çocuklar.
Özetle, dünyayı yeniden inşa edecek güç, erkekten daha fazla kadının elinde. Ancak tek başına ne erkek ne de kadın bu konuda yeterli olamaz. Kadın fiziğiyle veya güzelliğiyle değil, aklı ve duygularıyla dünyaya yön verebileceğinin farkında olmalı. En azından kendi küçük dünyasına doğru şekilde yön verebileceğini ve böylece kendini bugünkü anafordan ve savrulup gitmekten koruyabileceğini bilmeli…