Millî mücadele dönemini, harp sahası dışındaki içtimaî tasarruflar ve bizzat sahadaki fiilî başarılar bünyesinde topyekûnleştirip, tahayyül sınırlarını aşan bir retorikle tek şahısta kemâle erdiren bir tür palyaçolar güruhu var.
1000 yıllık tarihimizi fosilleştirip, 100 yıllık tarihimizi cilalarken hep aynı kalitesiz türküleri söylüyorlar…
Zahirde, çizilmiş sınırları kabul etmek suretiyle bu milleti manda altına girmekten kurtarmış, bâtında ise bu milletin iman ve akidesini envaı çeşit zorbalıkla işgal etmiş devrim cambazlarını göklere çıkartıyorlar…
Kurtuluş mücadelesinin müşerref yiğitlerini hasıraltına itip, yönettiği hiçbir cephede zafer kazanamamış ve hatta “bu işlerin 3-5 köylüyle olmayacağı’’ bahanesiyle emekli olup ziraat ile uğraşmanın yollarını arayan milli şefleri(!) kahraman addediyorlar…
Popülaritelerini, sığındıkları beşerî dayanakları kaybetmeme uğruna gerçekleri karanlığa gömüyorlar. Kemalizm ve İnönüzm’in kaymağını son zerresine kadar sömürmek için İngilizler’in pompaladığı sahte tarihe boyun eğiyorlar…
Hürriyete, demokrasiye, adalete kavuştuk diyorlar bir asır önce;
Millî mücadelede emeği geçen paşaların, din âlimlerinin, milletvekillerinin, gazetecilerin, çocukların; sözde bağımsız fakat vesikalarla devlet reisinin bir küçük fırçasına baktığı anlaşılan İstiklâl Mahkemeleri’nde idam ile yargılandıklarını, bir kısmının da idam edildiğini görmezden geliyorlar…
Yeri gelmişken küçük bir ayrıntı da verelim:
Rejim uğruna yargılanıp dar ağacığını boylayan bazı isimler evvelde M. Kemal’in yol arkadaşıydı. Daha sonra paşayla ayrı düştükleri için yargılandılar, partileri kapatıldı, idam edildiler. Bu zulmet silsilesinin baş kılıflarından biri de İzmir Suikastı meselesiydi. İşgal kuvvetlerinin bilfiil sömüremediği Türkler’in, ruhî ve fıtrî olarak işgal edilebilmesi için güya çağdaşlaşma inkılapları elzemdi. Nitekim Cumhuriyet devrimlerinin kolay ve hızlı gerçekleşmesinin zeminini İzmir Suikastı davası oluşturmuştu. Cumhuriyet Halk Fırkası muhalifi kim varsa; bu dava bünyesinde ya idam ya da sürgün edilmişti. Yahut psikolojik olarak sindirilmişti…
Konuyu çok dağıtmak istemiyorum, gelmek istediğim nokta şu aslında; yazının başında bahsettiğim güruhla bu konuları konuşsanız diyecekleri tek şey var:
“O zaman öyle gerekiyordu.’’
Başka bir şey söyleyemezler. Çünkü sabit fikirliler. Çünkü özgürlük anlayışı, milli irade şuuru, devlet otoritesi gibi mefhumları kendi aidiyetsiz ideolojilerine göre şekillendiriyorlar. Kendilerine bir mabed kurmuşlar, biat etmeyen kim varsa aforoz ediyorlar.
Mevzu yalnızca İstiklâl Mahkemeleri, sahte kurtuluşlar, plastik kahramanlar, şu, bu değil. 100 yıldır ceremesini çektiğimiz bir sosyolojik travmadan söz ediyorum. Zira tarihi de bu travmanın doğurduğu obsesif algılar ile yorumlayıp, hamuru bu nispette yoğrulan sığ nesiller yetişiyor.
Biraz olsun hakikati çıtlatanları da yalakalıkla, cehaletle, yobazlıkla suçluyorlar.
Sonra dönüp, utanmadan ‘’halk’’ edebiyatı yapıyorlar.
Ama diğer yandan, bugün, şehit kabristanlarında içki içip, dans edebiliyorlar. Muhafazakâr ve yandaş(!) çevreden olmayan ensest, sapık ilişkilere göz yumabiliyorlar. Terörizmin sırtına yaslanıp oturdukları yerden ahkâm kesebiliyorlar. İhanetle hemhâl olabiliyorlar.
Varsın devam etsinler. Ataları da böyleydi, torunları da böyle olacak.
İnanıyoruz ki; âhir, elbet hakikatin ve hakikatin kollayıcısı nesillerindir!