İstanbul’un hal-i pürmelali

Abone Ol

Hafta sonu bir arkadaşımın daveti nedeniyle Kurtköy tarafına gittim. Artık kurtların adam yediği yerlerde binalar adam yer vaziyetteler. Arkadaşım ‘’sana çevreyi biraz dolaştırayım’’dedi. Dolaştık beton yapıların arasında gökyüzünü göremeden. Yeni bir şehir kurulmuş, kurtları yiyen kurtlar tarafından. Tabiat betona yenilmiş, insanlar sokaklardan çekilmiş, adları X, W, Q’larla başlayan AVM’lerde ellerinde cep telefonları gündemi kaçırmamak için Mescid-i Aksa adına sosyal medyadan paylaşım yapıp kutsal görevlerini yerine getirmiş olmanın rahatlığıyla Fransız crosan’ları eşliğinde soğuk cola içiyorlar.

Hadi canım sen de, diyeceksiniz belki. Biraz abartmış olduğumu düşüneceksiniz ama yine de siz Allah rızası için bulunduğunuz çevreye bu gözle bir bakın. İlla da Kurtköy’de olmanız gerekmiyor. Beylikdüzü’nde, Maslak’ta, Kadıköy’de, Ümraniye’de, Büyükdere’de(…) adlarındaki köy, düz, dere gibi kelimeler sizi yanıltmasın. Artık dere tepe düz gidiyoruz. Vitrinlere ya da sitelerin girişlerine baktığınızda kendinizi Londra’da, Paris’te, Berlin’de hissedebilirsiniz. Ne güzel, Demirel’in ifadesiyle ‘’İşte benim çağdaş Türkiye’m’’

Kapıları duvar siteler yapılmış, yabancılar girmesin diye. Ancak ne hikmetse kapılarda yabancı isimler life’lar, city’ler, center’lar… Kapıdan besmeleyle giren beylerin, hanımefendilerin çocukları Madonna, Michael Jackson eşliğinde kara camlı pembe gözlüklerle korunmuş dünyalarından banal sokaklara çıkıyorlar. Kusura bakma yeni çağdaş nesil, benim en son isimlerini bildiklerim bunlar. Mutlaka yenileri çıkmıştır benim gericiliğime, yobazlığıma verin ne olur.

Bu banal durum sadece muhafazakâr kankalar için geçerli değil ey güzel ülkemin yurtseverleri. Yok birbirimizden farkımız. Bu anlattıklarım hepimizin hikâyesi. Bütün bunlar biz yaşarken oluyor. Hani sözü muhafazakârlara söylememiz onların hala bazı medeniyet değerlerini yüksek sesle söylemelerinden. İçlerinde hala gerçekten samimiyetle bu değerlere inanan ve bunları yaşayan bir topluluk olduğuna inanıyorum. Muhafazakârın çocuğu kırk yamalı bohça pembe pantolonu seçerken çağdaş batı hayranı olanlarınki seksen yamalı seksen yırtıklı donu seçmeyi marifet sanıyor. Çocukların yanında kıllı bacaklarıyla şortla dolaşan çağdaşlar daha bir âlem. Yani konu sağ-sol, liberal- muhafazakâr meselesi  değil.

İstanbul’un doğu cephesinde bunlar olurken batı yakasının hikâyesine bir göz atalım. Şöyle Yeşilköy’den Beylikdüzü’ne doğru  bir gidelim. Beton kümeler her yerde önünüzü kesecek, adeta size dur diyecektir. Büyük, çağdaş betonlaşma yarışını burada iliklerinize kadar hissedeceksiniz. İstanbul’un girintili çıkıntılı koyları düzeltilmek için birbiriyle yarışan sitelerle dolu.

Diyeceksiniz ki, ne yapalım biz de bunları görüyoruz, biliyoruz, çare ne? Açık söyleyeyim; ben de çözümünü bilmiyorum. Ama medeniyetimizi, kültürümüzü, değerlerimizi, mahallemizi kaybettiğimizi söyleyebilirim. Bu beton tarlalarından gelecek adına umutlu olduğumu söyleyemem. İstanbul doğudan batıya kıbleye doğru yatan insana benziyor. Batıda başı belada, doğuda ayakları çilede. Ortada kalp diyebileceğimiz sur içi ayakta. Yürek devletini kurmak için müteahhitleri, mühendisleri, mimarları Sultanahmet Meydan’ında üç ay yaşamaya mecbur kılsak acaba bir anlayış gelişir mi? Medeniyetimizin şaheserlerini görüp yüreklenip, merhamete gelip ibret alırlar mı acaba? Yoksa darağaçlarıyla meşhur bu meydanda sallandırmaktan başka çare kalmadı mı?

Ne kadar göğe merdiven dayamaya çalışsak da sonunda varacağımız yer iki metre boyunda bir geniş site olmayacak mı? Nedir bu telaş, bu koşturma!  Kaçış nereye?