Esasen güncel meselelere, hatta tartışmalara giren, değinen biri değilim. Ama öyle bir mesele var ki bugünlerde konuşulan, kendisine kayıtsız kalmayı imkansız kılıyor. Bu mesele tüm zamanların meselesiyken, sadece bazı an ve açıklamalarla kendine yer buluyor ülkemizde.
Nedir bu mesele?
Ben İstanbul diyeyim siz yeryüzü diye anlayın.
İstanbul öyle bir şehir ki, 2000 yıldır doğusu ve batısıyla bu coğrafyaya şekil vermek istiyorsanız, İstanbul üzerine ve İstanbul üzerinden oyun kurmak zorundasınız. Bu şehri ele geçirmek, fethetmek ama asla işgal etmemek zorundasınız. Fetih sizi oyun kurucu yaparken, işgal bir başka işgale ya da fethe çanak tutar sadece. Birinde muktedir olma durumu söz konusuyken diğerinde sadece iktidar olma vardır. Birinde gönüllere dahi dokunabilmek söz konusuyken, diğerinde bedenlere bile nüfuz edememek söz konusudur.
Artistik bir girişten sonra daha artistik cümlelere doğru bu yazıya ilham olan açıklamaya gelelim.
“Kadim şehirlerin en önemli güzelliği, ana karakterlerini kaybetmeden yeniyi bünyelerinde eritmesi, özlerinden katarak yeniden yoğurmasıdır. İstanbul bu açıdan gerçekten müstesna bir şehirdir. Ama biz bu şehrin kıymetini bilmedik, biz bu şehre ihanet ettik, hala da ihanet ediyoruz, ben de bundan sorumluyum.”
Yukarıdaki cümleler, Şehir ve STK Zirvesi’nde konuşan Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’a ait. Bir öz eleştiriyi de barındıran bu cümleler, ne yazık ki ihanetin zirvesindeyken kurulan cümleler. Bu şehre yaptığımız ihanetin geri dönülemez noktaya vardığı bir zamanda kurulan cümleler. Bu yüzden ihanetin durmasını da, devam etmesini de engellemekten uzak cümleler.
Meselenin en hazin tarafı da, ihanetin zirve noktasını gördüğü zamanları İslamcıların iktidarında yaşamak. Tam da bunu yapmayacak kişilerin eliyle bunu yaşamak. Neden? Çünkü dünyaya İslami, doğal olarak insani perspektiften bakan birisi bu şehre yapılan ihanetin değil, oyun kurucusu değil, piyonu dahi olamaz. Müslümanın varlık telakkisi böyle bir ihaneti tasavvur etmeye bile müsaade etmez. Edemezsiniz zaten. Göğe doğru yükselen ve insanı yerden, yerden ettiği için de gökten eden binaları düşlemeniz mümkün değildir ait olduğunuz varlık telakkisinde. Yere, toprağa yakın olmak zorundasınızdır. Tanrılaşmaktan korkarak insan kalmak istiyorsanız toprakla hemhal olmak zorundasınızdır.
Bugün bundan çok uzağız. Belli ki yarın daha uzak olacağız. Muhtemelen en uzak olduğumuz noktada da def olup gideceğiz bu şehirden/diyardan.
Ama bunu anlayabiliyorum. Neden böyle olduğumuzu. Neden hem insan olup hem de bizi insanlıktan eden barınaklarda yaşamaya razı olduğumuzu. Barınak diyorum dikkat edin. Zira bana bir apartman dairesini ya da rezidansı ev olarak kimse yutturamaz/tanımlatamaz hiçkimse. Ki, bilge mimarımız Turgut Cansever’in bizler hakkındaki en güzel tespitlerinden biri değil midir, “ Müslümanların bu çağda bir ev tanımlarının olmadığı.” Tanımınızın olmadığı yerde içeriğiniz yoktur. Bir ev tanımınız yoksa bir eviniz de yoktur. Yok da zaten. Mahkum olduğumuz apartman dairelerinin daha büyüğünü düşlemekten başka yaptığımız bir şey de yok. 2+1 yerine 3+1 bir evimiz olsa ne kadar da mutlu olacağız(!)
Tek sebep bir ev tanımımızın olmayışı mı peki? Değil elbette. Ev tanımımızın olmayışı bir sonuç. Bizim asıl sebeplerimiz var. Ve dahi sorunlarımız.
Asıl sebep eşyayla kurduğumuz ilişki. Eşyaya olan nazarımız, meylimiz.
Eşyanın hakikati diye bir şey vardır bilirsiniz. Anlayanın anladığı ama en iyi anlayanın bile tam olarak anlatamadığı, anlamak için de arayanlardan olmak gerektiği bir şeydir şeylerin hakikati. Asıl sorun bununla ilgili. Biz, şeylerin hakikati meselesinden yüz çevirdik. Hem de uzun zaman önce. Bu yüz çevirişle beraber eşyaya nasıl bakacağımızı ve şeyler karşısında kendimizi nasıl konumlandıracağımızı unuttuk. Bu unutmuşluk hali berberinde sapma, daha da ileride sapıtma haline dönüştü. Bugün ancak sapmak/sapıtmakla açıklanabilir halimiz. Hakikatin rotasından çıkıp rasyonalizmin potasına girmekle açıklanabilir. Evet! Hakikat diye bir derdimiz yok artık. Varsa yoksa rasyonel gerçeklerimiz var. Bunu ispat eden bir şey duydum dün. Duydum ve çok üzüldüm. Siz de duyun ve çok üzülün. Bir de, neden bir türlü belimizin doğrulmadığı ve gençlerin nereye gittiğine dair çıkarımlarda bulunun.
Yukarıda ifade ettiğim üzere mesele asıllarla ilgili. Ama biz tali meselelerle o kadar ilgileniyoruz ve sonuçlara o kadar takılıyoruz ki, asıllara bir türlü gelemiyoruz. Biz asıllara gitmediğimiz için de asıllar kapımıza asla uğramıyor. Böyle böyle günü kurtarıyoruz. Yarını kaybederek, düne de ihanet ederek.
Duyduğum şey asıllarla ilgili. Bu yüzden çok önemli. Bir o kadar da acı.
Bilim-Sanat Vakfı’nın açıldığı zamanlara dair bir hikaye bu. Bilim-Sanat’ın ilk günden beri yapmaya çalıştığı şeyler malumunuzdur. Güzel şeyler bunlar. Güzel dertlerden yola çıkarak yapılan güzel şeyler. Ama öyle bir şey duydum ki, güzel dertlerle yapılan güzel şeylerin altında bir ur gibi duran. Temelden sarsıcı bir gerçek. Baştan ortalığı kokutacak bir arıza.
Nedir o?
Vaktiyle, Bilim-Sanatın bugün kullandığı binayı restore etmesi için Turgut Cansever’e teklif etmişler. Hoca da bunu yıkalım, yerine Ebu’l Vefa Cami’nin kubbe yüksekliğini geçmeyecek bir bina yapalım demiş. Teklif edenlerse gayet rasyonel bir bakışla bize daha fazla yer lazım, dolayısıyla bunu kabul edemeyiz demişler. Gerekçe olarak da Osmanlı’yı göstermişler. Biz Osmanlı’nın ahfadıyız ve dedelerimiz rasyonel kararlar alırdı demişler. Şu an içinde bulunduğumuz durum o kubbeden daha yüksek bir bina yapmayı zorunlu kılıyor diye ekleyip hocanın teklifini reddetmişler. Doğal olarak hoca da onları. Ve bugünkü kimliksiz bina vücuda gelmiş.
Ne ilginç di mi? Tam olarak tereciye tere satma durumu. Merakımı biri giderse çok mutlu olurum. Osmanlı’nın varlık telakkisinin eşyaya yansıyan tezahürünü Turgut Cansever’den daha iyi etüd etmiş kim var acaba çağımızda?
Böyleyken böyle.
Durumumuz ortada. En akil adamlarımız bile meselenin çok uzağında. Geçmişi anlamak ve yepyeni formlarla onu bugüne taşımak cihetinin hayli uzağında.
Sonuç: Bir ucubeden başka bir ucubeye.
Allah sonumuzu hayretsin.
Baki selamlar.