İstanbul, sana ne olmuş böyle?

Abone Ol

Bu şehr-i Stanbul ki bî-mislü bahâdır

Bir sengine yek-pâre Acem mülkü fedâdır

Nedim

Bir cümle dökülüverir dilinden ve biter kâtibin söyleyecekleri… İstanbul hatra gelince cümleler vesaire olur…

Şehir yazıları yazmayı sevdim hep. Şehirleri anlatmak, onlar hakkında konuşmak, onlarla konuşmak belki, beni en derin ilham kuyularına saldı. O vakitler bir peri suret geldi de ilham döküverdi kalemimin uçlarına. Canlılardan görülmeyecek denli fazla vefa gördüm onlarda, onlar tarihin resmiydi yarısı kararmış aynamda. En azından onlar geçmişlerini unutmuyor, onu yok saymıyordu. Sonraları bilemedim bir şehri güzelleştiren insanlar mıydı yoksa şehir miydi insanları güzelleştiren? Hep cevapsız kalacak bir soru bu benim için. Cevabını vermekten korktum belki de. Ya da şehrimi yabancı birinin ellerine teslim etmek istemedim. Benim olmayan soruların cevapları da benim olmazdı elbet. Şehirler güzeldi, insanlar güzel olduğu için güzeldi; şehir güzel olduğu için güzeldi insanlar…

Bilen bilir İstanbul’a sevdamı…  “İsimleri insanların karakterini etkiler” diyorlar, belki de o sebeple bu kadar çok sevdim, bilemiyorum. O ki bir nazenin gonca, bir dil-efsun güzel, bir sırr-ı kadim belki de. Ya da Mecnun’un Leyla’sı, Kerem’in Aslı’sı, Tahir’in Zühre’si… Ne isim vereceğimi bilemesem de önceden verilmiş bir ismi var zaten; şehirlerin ecesi. “İstanbul’a sahip olan cihana sahip olur” demiş eskiler. Şaşılacak söz! Hala bizim İstanbul. Lakin bu işte bir garabet var.

İstanbul ben onu tanındığımda bilmem kaç yaşlarındaydı ama ben on beş yaşındaydım. Onu ilk gördüğümde Ayasofya’yla Sultanahmet arasında bir seyyar satıcının ellerinde titreyen resmine bakıyordu. Bir kartpostal belki tam hatırlayamıyorum, geçmiş zaman. Çocuksu düşler gördüğüm yaşlarda İstanbul sanki cana gelmiş de bana bakıyor gibiydi. O sıralar onun da atan bir kalbi olduğuna kanaat getirdim. Onu hep başında yeşil bir bayrak gibi onurlu duran örtüleriyle, üzerinde hâkî yeşil feracesiyle, gözlerinde karadan kara sürmesiyle hayal ettim. İncecik parmaklarının her biri birer minare olmuştu sanki. Mavi gözleri deryaya renk vermiş ve sema dahi ona özenmiş de maviye boyanmıştı. Ellerinde o zaman tam da manasına akıl erdiremediğim bir Medine kınası, ne de güzel görünüyordu hayalimde ölmüş efsane şehirlerin bu nurlu anası. İstanbul’da büyüdüm, doğru. Lakin onu tanıdığımda on beş yaşındaydım ben.

İstanbul bir insana benzer ona gerçekten görmek için bakarsan. “Sadece bir şehir” deyip de ayaklarının altına alırsan onu sana söyleyecek hiçbir sözü kalmaz ki. Sen sevmezsen onu İstanbul senin olmaz ki! “Leyla’ya bir de benim gözümle bak da ondaki ilahi tecelliyi gör” diyen Mecnun gibi, belki de İstanbul’a –çok mümkün olmasa da- Fatih’in o kara gözleriyle bakmak icap eder.

Yakın zamanda yine ziyarete gittim İstanbul’u. Bahane başka olsa da ben esasında onu görmek, yine aynı yerde onu seyretmek için gittim. Ama İstanbul yoktu orada. İyimser olmayacağım belki de başka şehirlere bakmış olmaktan gözlerim artık eskisi kadar iyi görmüyor ama İstanbul’da bir şeyler eksilmiş sanki. Ya da ne bileyim alınmış İstanbul, kırılmış… Belki de insanların artık kendine Fatih’in gözüyle bakmadığından ya da başından o nurlu örtüyü atmaya çalıştıklarından. Belki de Fatih’in vasiyetini torunlarının unuttuğundan. Sahi ne vasiyet etmişti Fatih? “Ayasofya ilelebet cami olarak kalsın” mıydı?

Ben bu kez bir kat daha makyaj gördüm İstanbul’un yüzünde… Sinan yüzlü, leyli gözlü şehrime hiç benzetemedim onu. Sonra usulca bir yere oturdum. Aklımda Nedim’in şiirinden gayrı bir şey kalmadı. Sustum, içimden kendi kendime okudum;

Yok bu şehr içre senin vasfettiğin dilber Nedim

Bir peri-sûret görünmüş bir hayal olmuş sana

İstanbul, sana ne olmuş böyle?