1930’lu yıllardan beri, önce İngiltere’nin sonra da ABD’nin Ortadoğu’ya yönelik en önemli enerji politikalarının başında petrolü güvenli ve kontrollü bir şekilde Doğu Akdeniz’e ulaştırmak gelmektedir. 1935 yılında inşa edilen Musul-Hayfa Petrol Boru Hattı ve 1950 yılında tamamlanan Trans-Arap Boru Hattı bu durumu gözler önüne seren somut örneklerdir. Her ne kadar bu iki boru hattı günümüzde çalışmıyor olsa da, zamanı gelince yeniden hayata geçecek canlı bir proje olarak varlığını devam ettirmektedir. Gerek Musul/Kerkük gerekse Basra Körfezi’ndeki enerji kaynaklarının Doğu Akdeniz’e ulaştırılması projesine bölge devletleri içerisinde en çok İsrail önem vermektedir. Bir taraftan enerji arz güvenliği sağlama diğer taraftan enerji ithalatçısı konumundan enerji ihracatçısı konumuna yükselmek için ciddi uğraş veren İsrail için bu mesele neredeyse milli bir politika halini almıştır.
Ortadoğu ve Doğu Akdeniz’de var olan enerji kaynaklarını yönetme bağlamında hareket etmeyi kendisine vazife kılan İsrail, bu çerçevede bir dış politikayı rehber olarak benimsemiştir. Filistin ve diğer bölge devletleriyle ilişkilerini genelde bu perspektiften yönetmeye çalışmıştır. Ortadoğu ve Doğu Akdeniz enerji kaynaklarını tek merkezde toplayarak uluslararası piyasalara arz etme politikasını takip eden İsrail, kurulduğu günden beri bir türlü istikrarlı ve üst düzeyde diplomatik ilişki kuramadığı Yunanistan ve Güney Kıbrıs ile hem bu ülkelerde var olan ekonomik krizleri hem de Türkiye ile yaşadıkları siyasi sorunları fırsata çevirerek hızlı bir yakınlaşma sürecine girmiştir.
İsrail’in girişimleri neticesinde, Kıbrıs Rum Yönetimi, İsrail ve Yunanistan’ın Akdeniz’de üçlü işbirliğini geliştirme kararı alması ve bu noktada imzaladıkları anlaşmalar, Türkiye’yi önemli enerji güzergâhı haline getirecek Doğu Akdeniz gazının Türkiye üzerinden uluslararası piyasalara arz edilmesi ve Ceyhan’dan İsrail’e yapılması düşünülen enerji nakil hattı projelerini de ikinci plana itmiştir. Türkiye’nin Akdeniz’den ve dolayısıyla enerji projelerinden tecrit edilmesi anlamına gelen söz konusu üç ülke arasındaki işbirliği, şüphesiz İsrail’in krizleri fırsata çevirme siyaseti sayesinde olmuştur. İsrail Başbakanı Netanyahu’nun, “yalnızca birkaç yıl geriye baktığımızda, ülkelerimiz arasında böylesine sıcak, yakın ve doğrudan bir ilişkinin olmaması anlaşılır gibi değil” şeklindeki açıklaması nasıl bir siyasi başarıya ulaştığını göstermesi açısından kayda değerdir. Diğer taraftan 2018 yılının başında İsrail’de faaliyet gösteren Amerikan Noble şirketi ve İsrailli Delek şirketi ile Mısır’ın Dolphin Energy şirketi arasında 10 yıl süresince 65 milyar metreküp doğalgaz tedarikini içeren anlaşmaların imzalanması, İsrail’in Mısır’ı enerji yönünden kendisine bağlayan tarihi bir adım olmuştur. Böylece İsrail yarım asrı aşan enerji siyasetiyle bölgedeki ilişkiler örgüsünü tersine ve kendi lehine çevirme arzusuna ulaşmıştır. İsrail ile Mısır arasında artan işbirliğinde Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi ve iktidarının askeri darbe ile görevden uzaklaştırılması önemli bir kırılma yaratmıştır. Öyle ki, 2012 yılında Mursi İsrail ile olan gaz anlaşmasını feshederek İsrail-Mısır ilişkilerine ağır bir darbe vurmuştur. Fakat sonrasında yaşanan gelişmeler Mısır’ın İsrail’e bağımlı hale gelmesinin yolunu açmıştır.