Geçtiğimiz hafta İsrail ve Netanyahu için kötü ama uluslararası toplum ve küresel barış için gayet iyi olan iki önemli gelişmeye şahitlik ettik. İlki Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) savcısının Netanyahu ve Savunma Bakanı Gallant hakkındaki tutuklama talebiydi. İkincisi ise Uluslararası Adalet Divanı’nın (UAD) Güney Afrika’nın başvurusu üzerine İsrail’in Refah’a yönelik askerî operasyonunu sonlandırmasına hükmeden ilave tedbir kararıydı.
Bu iki kararın detaylarına geçmeden önce bu kararların neden İsrail’in dokunulmaz statüsünü çatırdattığını söylediğimizi açıklamamız isabetli olacaktır.
Malumunuz İsrail kurulduğu 1948 yılından beri neredeyse hiçbir uluslararası hukuk kuralına veya emrine uymamasına rağmen herhangi bir yaptırıma maruz kalmamıştır. Aleyhinde alınan sayısız BM Genel Kurulu, İnsan Hakları Konseyi hatta BM Güvenlik Konseyi kararlarını uygulamamış olan İsrail’in başına bir şey gelmemiş olmasının arkasında, Güvenlik Konseyi’nin veto gücüne haiz daimî üyesi olan ABD’nin sağlamış olduğu adı konulmamış bir dokunulmazlık statüsü bulunmaktaydı.
İsrail bu sayede 1948’den beri işgal altında tuttuğu Filistin topraklarında her türlü insan hakları ihlalini yapıyor, savaş suçu ve insanlığa karşı işlenebilecek suçların hepsini rahatlıkla işliyordu. Zira arkasında her hâl ve koşulda ona destek veren, arkasını kollayan bir ABD vardı. ABD’nin mevcut küresel düzendeki konumu nedeniyle de hiçbir ülke veya uluslararası kuruluş/mahkeme, ABD’yle karşı karşıya gelmeyi istemediğinden İsrail’in bu hukuksuzluğunu sonlandırmak için teşebbüste dahi bulunamıyordu.
Avrupa ülkeleri ise İkinci Dünya Savaşı esnasında Naziler tarafından yapılan ama tüm Avrupa ülkelerinin bir şekilde ortak olduğu Yahudi soykırımının suçluluğu nedeniyle İsrail’e karşı aşırı toleranslı davranıyor, âdeta geçmişteki hatalarını telafi etmek için İsrail’in günümüzdeki suçlarını görmezden geliyorlardı.
Hâl böyle olunca da İsrail; bir taraftan ABD’deki Yahudi lobisinin, bazen milyonlarca dolar harcayarak bazen de Epstein vakasında olduğu gibi karanlık ilişkilerle sağladığı partiler üstü konum sayesinde hem de yönetimde kimin olduğundan bağımsız şekilde ABD’nin mutlak desteğini alıyor, diğer taraftan da Holokost mağduriyeti sayesinde Avrupa’nın da desteğine mazhar oluyordu.
Ancak İsrail’in şimdiye kadar sahip olduğu bu statü artık çatırdamaya başladı. Hem de 7 Ekim’i bir fırsat olarak görüp sözde Hamas’ı ortadan kaldırmak bahanesiyle başlattığı Gazze’ye yönelik saldırılarda neredeyse Gazze’nin yüzde 80’ini yıkıp en az 35 bin insanı katletmişken…
Aslına bakılırsa her şey İsrail’in yolsuzluğa gömülmüş, kişisel ikbali için ülkesini bile ateşe atmaktan çekinmeyecek, Gazze kasabı lakaplı başbakanı Netanyahu’nun istediği gibi gidiyordu. Zira 7 Ekim’deki Aksa Tufanı saldırısını araçsallaştırarak Gazze’ye Hiroşima’ya atılan atom bombasının üç katı kadar bomba yağdıran İsrail, bu saldırısını ABD’nin 11 Eylül sonrası El Kaide’yle olan mücadelesiyle özdeşleştirerek kendisine müphem bir meşruiyet sahası yaratmıştı.
Fakat İsrail’in bu hukuksuzluğuna ve nobranlığına artık yeter diyen Güney Afrika Cumhuriyeti, kendi geçmişindeki apartheid rejim tecrübesinden kaynaklanan hassasiyetle, 29 Aralık 2023 tarihinde UAD’ye başvurarak İsrail’in 1948 tarihli “Soykırımın Önlenmesi ve Cezalandırılması Hakkında Sözleşme” hükümlerine istinaden yargılanmasını ve cezalandırmasını talep etmiştir.
Mahkeme 26 Ocak 2024 tarihinde açıkladığı ara kararla, Güney Afrika’nın başvurusunu kabul etmiş ve İsrail’in soykırım suçlamasıyla yargılanmasına hükmetmişti; aynı zamanda Gazzelilerin telafisi mümkün olmayacak zararlara uğramaması için bazı ihtiyati tedbirlere başvurmuştu.
Ancak İsrail bu ihtiyati tedbirlere riayet etmediği gibi, 7 Mayıs 2024 itibarıyla Refah’a yönelik operasyon başlatarak güvenli bölge diye buraya sığınan 1,5 milyon Gazzelinin bölgeyi terk etmesini istemiş ve ardından da tıpkı Gazze ve Han Yunus’ta olduğu gibi Refah’ı da bombalamaya, insani yardımları engellemeye ve insanları temel ihtiyaçlarından alıkoymaya başlamıştır.
Bunun üzerine Güney Afrika, 10 Mayıs 2024 tarihinde tekrar mahkemeye başvurarak İsrail’in durdurulmasını talep etmiştir. Bir türlü Gazze’de koşulsuz ateşkese hükmetmeyen mahkeme, Güney Afrika’nın bu son başvurusu üzerine yeniden bir değerlendirme yapmış ve 24 Mayıs 2024’te açıkladığı ilave tedbirlerle İsrail’in Refah’taki askerî operasyonlarına son vermesini emretmiştir.
Mahkeme aynı kararında; İsrail’in daha önce mahkemeye sunduğu raporda soykırımı önleyecek tedbirleri aldığı, insani yardımların ulaşmasına engel olmadığı ve insanların gidebileceği güvenli bölgeler gösterdiği şeklindeki beyanlarının gerçeği yansıtmadığının altını çizerek İsrail’in yalan söylediğini tespit etmiştir. “Gazze’de hiçbir yer güvenli değil” diyen mahkeme, OCHA ve UNRWA yetkililerinin raporlarına istinaden yapılan değerlendirmede, İsrail’in Refah’ta yaptıklarının soykırım yargılamasında dikkate alınacağını belirterek İsrail’e son bir uyarı yapmıştır.
Gelelim UCM başsavcısı Karim Khan’ın 20 Mayıs 2024 tarihinde açıklamış olduğu tutuklama talebine.
Hatırlanacağı üzere, Filistin’in BM’ye gözlemci üye olmasından sonra tabi olduğu Roma Statüsü sayesinde UCM, işgal altındaki Filistin topraklarında yargı yetkisi olduğuna dair kararı 5 Şubat 2021 tarihinde açıklamıştı. Dolayısıyla 7 Ekim öncesinde İsrail’in Filistinlilere yönelik işlediği savaş suçları ve insanlığa karşı işlenen suçlar nedeniyle mahkemeye iletilen bazı şikâyet dosyaları bulunmaktaydı. Bu dosyalara ilave olarak 7 Ekim’den sonra yaşanan saldırılar ve işlenen soykırım suçları da eklenmiştir.
İsrail tarafı da 7 Ekim’deki Aksa Tufanı saldırısını mahkemeye taşıyarak saldırının planlayıcıları ve uygulayıcıları olan Hamas yöneticilerinin cezalandırılmasını talep etmişti.
UCM savcısı Karim Khan, geçtiğimiz ekim ayı sonunda Refah’ın Mısır tarafında kalan kısmını ziyaret ederek bölgede yaşananları yerinde görmüş, ardından Tel Aviv’e geçerek bazı İsrailli kurban yakınlarıyla görüştükten sonra asıl mağduriyetlerin yaşandığı Gazze’ye uğramadan Ramallah’a geçip burada da birkaç Filistinliyle görüşerek Lahey’e geri dönmüştür.
Savcının aralık ayındaki ziyaretleriyle ilgili yaptığı açıklamada, görece İsrail yanlısı bir tutum sergilediği göze çarpmış ve bu nedenle de UCM’den bir karar çıkmasının mümkün olmadığı düşünülmeye başlanmıştı.
Dolayısıyla 20 Mayıs 2024’te açıklanan tutuklama talebi herkesi şaşırtmıştır. Zira bu talepte Hamas liderlerinden İsmail Heniyye, Yahya Sinvar ve Muhammed Deyf’in yanı sıra İsrail Başbakanı Netanyahu ve Savunma Bakanı Gallant’ın da belgede belirtilen savaş suçları ve insanlığa karşı işlenen suçlar nedeniyle tutuklanması talep edilmekteydi.
Her ne kadar henüz mahkeme savcının talebine bir cevap vermemiş olsa da daha önceki örneklere bakıldığında mahkemenin talepte ismi geçenler hakkında tutuklama kararı vermesi kuvvetle muhtemeldir. Zira eldeki somut deliller, bunun aksi yönde bir karar alınmasını imkânsız kılmaktadır.
Sonuç olarak, İsrail şimdiye kadar sahip olduğu o dokunulmazlık statüsünü kaybetmiş gibi gözükmektedir. Keza mahkeme savcısı ABD’nin tüm tehditlerine rağmen talebinde ısrarcı olmuş ve kendine yönelik yapılan baskıları ifşa ederek ABD ve İsrail’in ipliğini pazara çıkarmıştır.
Bu gelişme üzerine bazı Avrupa ülkeleri, UCM’nin Netanyahu hakkında tutuklama kararına hükmetmesi hâlinde kararı uygulayacaklarını açıklayarak ABD-İsrail cephesini ters köşeye yatırmışlardır. Zira Avrupa ülkeleri şimdiye kadar İsrail’e olan bütün eleştirilerine rağmen son kertede İsrail’in ardında durmakta ve İsrail’e dokunulmasını engellemekteydiler ama belki de ilk defa, Avrupa’nın ABD’den ayrıştığı ve İsrail’in hukuksuzluğuna daha fazla tahammül etmek istemediği görülmüştür.
Filistin’i desteklemek maksadıyla başlayan kampüs protestolarının öyle ya da böyle ABD yönetimi üzerinde de bir baskı oluşturması kaçınılmaz gözükmektedir. Dolayısıyla önümüzdeki günlerde soykırımcı İsrail’e destek vermek ABD için bile daha zor hâle gelecektir.
İşte o gün geldiğinde İsrail uluslararası toplumla tek başına yüzleşmek durumunda kalacaktır.
Bakalım bu yüzleşmeden nasıl bir sonuç çıkacak?
Haydar Oruç
27 Mayıs 2024, Gölcük