Ülkemizde Yunanistan ile İsrail arasındaki stratejik işbirliğinin kamuoyuna yansıyan tartışmasında, bu işbirliğinden doğacak tehlikeyi vurgulayan az sayıda görüşün olduğunu görmekteyiz. İsrail’in ve dolaylı bir şekilde ABD’nin jeopolitik çıkarlarına bilhassa hizmet etmeyi öngören bu işbirliğinin gerçek nedeni geçiştirilirken sözde ulusal yarara yönelik resmi açıklamalar, “bilimsel” kanıtlarla yeniden üretilmekte olup hem “memorandum” hem de aşırı sağ blok tarafından üretilen “özel” yetkili makalelerin sayısı gittikçe artmaktadır.
Her iki taraftan hangisinin inisiyatif üstlendiği konusu gibi bu işbirliğinin bize dayatıldığı zaman periyodu tesadüf değildir. Atlantik ötesinin önerileri sonrasında dönemin başbakanı Yorgos Papandreou tarafından adeta gökten iner gibi ortaya atılan iki ülke ilişkilerinin geliştirilmesini bizzat İsrail talep etti. Bunu 31 Mayıs 2010 tarihinde Özgürlük Filosu’na kanlı İsrail saldırısı sonrasında bir dönüm noktası olan İsrail ve Türkiye arasındaki ilişkilerin kötüleşmesi izledi. Devamında Arap Baharı ayaklanmaları, İsrail ile işbirliği içerisinde Tunus ve Mısır’ın batı yanlısı diktatörlüklerinin düşüşü, İslami hareketlerin ve Müslüman hükümetlerin yükselişi ve sonuç itibarıyla günümüzde Suriye’nin mahvına neden olan silahlı ayaklanmanın başlaması bugün bile müttefiklerin ve ortaklarının derhal değiştirilmesi için İsrail’e yönelik büyük bir baskı hareketi niteliğindedir.
İsrail’in ülkemizde nüfuzunu artırma isteği, yeni bölgesel stratejisinin bir parçasını teşkil etmektedir. İsrailli uzmanların gerçekleştirdiği analizler incelendiğinde faydalı sonuçlar ortaya çıkmakta olup, bu analizlerde İsrail’in işgal altında tuttuğu Filistin topraklarındaki tavrı, stratejik ve taktik taleplerinin realist ve sinik bir anlayışı tarif edilmektedir.
Bu son nota, İsrailli strateji analisti Yossi Alpher’in “İsrail’in bölgede dost arayışı: Şimdi ve o zaman” konulu Uluslararası İlişkiler Enstitüsü’nde (I.DI.S.) KEMMIS (Akdeniz, Ortadoğu ve İslam Araştırmaları Merkezi) bilimsel sorumlusu Sayın Sotiris Roussos ile işbirliği halinde bir konferansın düzenlenmesine zemin hazırlamıştır.
Notun ilk bölümünde Türkiye ve Arap Baharı ayaklanmaları arasındaki ilişkilerin bozulmasına kadar, İsrail’in tarihsel stratejisini özetlemeye çalışacağız.
İsrail, kuruluşundan yalnızca birkaç yıl sonra ve 80’li yıllara kadar, ilham kaynağını Ben Gurion’dan alan, “bölgesel doktrin” (periferi doktrini) olarak adlandırılan bir stratejik planlamayı hayata geçirdi.
Bu varsayımın temeli, İsrail’in düşman Arap devletleri ile çevrili olması nedeniyle bir güç merkezinde bulunmaya, içerisinde bulunduğu geniş coğrafyada komşu Arap ülkelerinin arka bahçelerinde dikkat dağıtıcı şekilde diğer devletlerle ortaklıklar kurmaya dayanmaktaydı. Bizzat kendilerinin de kabul ettiği üzere bu stratejinin uygulanmasında ana gövdeyi, gizli servis MOSSAD oluşturmaktaydı. Büyük Batılı güçlerin İsrail’e maddi ve siyasi desteği göz önüne alındığında, bu politikanın içerdiği temel maddeler şunlardı:
1) Arap devletlerine karşı en yüksek askeri tehdit olarak düşünülen gizli nükleer silah (Sampson Seçeneği) geliştirme. Sözkonusu nükleer silahlanma, herhangi bir uluslararası denetim mekanizmasına dahil değildi.
2) Arap ülkelerine yönelik Sovyet nüfuzuna karşı bir güç olarak Batı tarafının da yararlandığı İsrail-Türkiye-İran’dan (Trident Alliance) oluşan kuzey askeri-siyasi üçgen ittifakı oluşturulması.
3) İsrail-Etiyopya-Sudan’dan oluşan kuzey askeri-siyasi üçgen ittifakı oluşturulması.
4) Demografik yapının değiştirilmesi amacıyla 1967 savaşından sonra dünya genelindeki Yahudilerin toplu olarak İsrail’in işgal altında bulundurduğu Filistin topraklarına göç ettirilmesine yönelik çabaların organizasyonu ve geliştirilmesi.
5) Önemli bir siyasi ve askeri şaşırtma hareketi olarak Arap ya da Müslüman olmayan azınlıkların Arap ülkelerinin arka cephesinde kullanılması. Örneğin, diğerlerinin yanı sıra:
-Bugün 60’lı yıllardan bu yana devam ettiği üzere Irak Kürtleriyle ittifak kurulması. Gerçekten de İran Şahı vasıtasıyla Kuzey Irak Kürtleri o zamandan bu yana on binlerce Irak Yahudi’sinin İsrail’e taşınmasını organize ettiler.
-Etiyopya’nın Devlet Başkanı Haile Selassie ile ittifak yapılması.
-Sudan iç savaşını teşvik etmek suretiyle Nil suları konusunda Mısır’a yönelik tehdit olgusu ortaya çıkarmak için Güney Sudan Hıristiyanları ile ittifak kurulması.
-Tüm gayretlere rağmen başarı sağlanamayan iç savaş süresince iktidarı ele geçirmek amacıyla yardım etmek ve silahlandırmak suretiyle Lübnan’daki Maruni Hıristiyanlar (Falanjistler) ile ittifak kurulması.
-Nasır tarafından desteklenen Güney Yemen Halk Cumhuriyeti ile iç savaş esnasında Kuzey Yemen’deki monarşinin askeri olarak desteklenmesi.
-400 bin Fas Yahudi’sinin İsrail’e yerleştirilmesi sonucunu doğuran, Fas Kralı ile sessiz sedasız şekilde ittifak yapılması.
80’li yılların başına kadar İsrail’de birçok başarı elde etmesine rağmen, bir dizi başarısızlıktan sonra bahis konusu doktrin, kademeli olarak terk edilmeye başlandı. 1973 yılında Yom Kippur savaşında yenilgiye yakın bir duruma gelinmesi, 1978 yılında Mısır ile imzalanan Camp David anlaşmaları, 1979 yılında İran Şahı’nın devrilmesi ve başarısızlığı, 1982 yılında Lübnan’da sağ Falanjist ittifakının başarısızlığı sonrasında 1982 yılında iktidarı ele geçirdiler ve birçok açıdan pasif konuma geçtiler.
Daha sonra ABD ve AB liderliğinde Batı yanlısı Arap diktatörlükleri ile ilişkilerin normalleştirilmesine ağırlık verildi. 1991 yılındaki Madrid barış görüşmeleri ve 1993 yılındaki Oslo Anlaşması İsrail’e, Filistin sorununun çözümü için görüşmeleri kabul edeceğine dair bir görüntü sunmuş ve Filistin devletinin kuruluşunu kabul edeceği görüntüsü vermiştir. Bu durum 90’lı yıllar boyunca bazı Arap ülkeleri ile yakınlaşmayı kolaylaştırdı ve İsrail’de Arap ülkelerinin toplam sekiz diplomatik temsilcisi bulunmaktaydı.
Ama bu dönem uzun sürmedi. Gazze, Doğu Kudüs ve Batı Şeria bölgelerindeki Filistin topraklarına Yahudi iskanına ve kanlı işgaline devam etme noktasında Filistin halkının büyük kayıplarına sebebiyet verecek ve İsrail’in uluslararası arenada ciddi bir izolasyonu sonucunu doğuracak şekilde davranışında ısrarcı olan İsrail hükümetleri, Filistin halkının kahramanca gerçekleştirdiği iki ayrı ayaklanmanın yanı sıra birinci ve ikinci intifadaya da neden oldu.
Bağımsız bir Filistin Devleti kurulmasını öngören Oslo Anlaşmasının tüm İsrail hükümetleri tarafından sürekli olarak sabote edilmesi, Arafat’ın ve laik FKÖ’nün sürekli zayıflatılması, aynı zamanda Filistin halkının direnişinin hunharca bastırılması, Arap ve Müslüman dünyası ile Filistin topraklarında İslami hareketlerin adeta patlamasına sebebiyet vermiştir. Arap milliyetçiliğinin siyasi başarısızlıklarını ve Arap ulusal kurtuluş hareketinin çöküşünü kapsayan hareketler gündeme gelmiştir.
Filistin topraklarında devam eden zulüm, Arap ve Müslüman halkların İsrail’e karşı olan öfke ve nefretini sürekli artırmakta ve bu durum İsrail ile yeraltı ilişkileri ve işbirliği bulunan diktatör Arap hükümetlerinin yıkılma faktörlerinden birisini teşkil etmektedir. Filistin halkının acılarının, Filistin yanlısı bir tutum sergilemek için Arap hükümetlerini zorladığı ve öfkelendirdiği bir vakıa olup bu durum aynı zamanda onların İsrail ile ilişkilerinin normalleştirilmesini de engellemektedir. Böylece İsrail son yıllarda yine tamamen izole edilerek içinde bulunduğu bölgedeki son önemli stratejik destekçisi olan Müslüman Türkiye’yi de kaybetmiş durumdadır.