İslam coğrafyası nasıl dağıldı?

Abone Ol

Atasözüyle tasdikli;

“İmame koparsa tespih dağılır” ne güzel bi’ tespit, değil mi?

Hıh! İşte son yüz yıldır İslam coğrafyasının durumu tam da böyle.

Her birimiz, bir yerlere dağılmış durumdayız.

Boncuk boncuk… Tel tel…

Yok, o Arap; yok, bu Fars, yok, şu Kürt; yok, Türk…

Yok, Sünni; yok, Alevi…

Ne gerek vardı bunlara?

Müslüman’ın, Müslüman’ı incitmesine ne gerek vardı?

Bölünmemizden nemalanan çıkar gruplarını anlamak varken…

Dört tarafı denizlerle çevrili, zengin yeraltı kaynakları, bol çeşitli tarım ürünlerine sahip Afrika’daki sefaletin sebeplerini, açlık yüzünden ölmek üzere olan zenci bebeklerin, hemen arkasında bekleyen akbabaları görmek varken…

Kıyıya vuran Suriyeli Aylan’dan, patlama sonrası göçük altından kurtarılan Ümran’dan ibret almak varken…

Kavgalar niye?

2 Kasım 1917.Yahudi Devleti İçin İlk Adım;

İngiliz Dışişleri Bakanı Arthur Balfour, tarihte kendi adıyla anılacak olan bir deklarasyon yayınladı.

Meşhur “Balfour Deklarasyonu”.

Balfour Deklarasyonu’na göre,özellikle İngiltere’nin de desteğiyle, Filistin bölgesinde bir Yahudi devletinin kurulması planlanıyordu.

Pekâlâ…

Sultan İkinci Abdülhamid’in, Filistin yöresini isteyen Yahudi gazeteci TeodorHerzl’a, “kanla alınan ancak kanla verilir” dediği o topraklar, n’olmuştu da, çok kısa bir süre içerisinde Yahudi halkına yeni bir umut vadetmişti? Osmanlı bünyesindeki Filistin namına böyle bir kararın alınması, hangi aşamalar sonucu elde edilmişti?

Morfini vücuda nasıl enjekte etmişlerdi?

İslâm dünyasının çözülmesinden kimler kârlı, kimler zararlı çıkmıştı?

Zararlı çıkanlar, alenen ortada zaten.

Peki, ya kârlı çıkanlar?

Bugün;

Müslüman’ı Müslüman’a kırdıran DAEŞ, YPG, PYD, BOKO HARAM gibi oluşumlar, hangi derin tarihsel olayların neticesinde parlatıldı mesela?

Fitili ateşleyen, temelde neydi?

Bunları anlatacağız.

Ve Dün;

Osmanlı döneminde, topraklarımızda özellikle İngiliz ve Alman casusların genelde din adamı, subay ya da esnaf kılığına girerek,hangi kurnaz yöntemlerle tebaayı idareye karşı kışkırttıklarını ve tüm bu oyunlarla, Müslüman âleminin bölünmesinden nemalanan cenahların, geçmişten bugüne nasıl bir metot izlediklerini, kimleri nasıl kullandıklarını ele alacağız.

Bandı, Günümüzden 115 Yıl Geriye Doğru Saralım Şimdi;

Yıl 1902.

Kızıl saçlı, şık, naif görünümlü bir bayan ayakbastı bu topraklara…

Turist kılığında bizim Şanlıurfa’mızdan, Hatay’ımıza, Hatay’dan Hakkari’imize, Halep’imize, Kerkük, Musul ve Şam’ımıza kadar her yeri ama her yeri fotoğrafladı, bölge insanının giyim kuşamından diline, dinine, adetlerine ve hatta ne yiyip içtiklerine kadar her bir şeyi raporlayıp İngiltere’ye postaladı.

Günü gününe…

Yani “Kürt Meselesi”nin temelleri de, o zamanlar atılmış oldu bir nevi.

Demek ki bu kadın, göründüğü gibi naif biri değildi ve madalyonun diğer yüzü farklıydı.

Peki, neden evini yurdunu bırakıp da bu işlere girişmişti?

Rivayete göre bir Arap şeyhine âşık olmuş, aldatılmış ve intikam yemini içmişti.

O sebeple buralardaydı.

Müslümanlara karşı büyük kin duyuyor, Ümmetin dağılması için elinden geleni yapıyordu.

Pekâlâ…

Kimdi bu kızıl saçlı kadın?

Gertrude Bell…

Nâm-ı diğer, Çöl Kraliçesi…

Bir de manevi oğlu vardı.

Onu da başımıza bela edebilmek için, kendisi gibi sağlam bir İngiliz milliyetçisi olarak yetiştirmişti.

O kimdi peki?

Thomas Edward Lawrence…

Şu meşhur “Arabistanlı Lawrence”.

O’nu da tıpkı kendisi gibi,casusluğa adamıştı.

Her ikisi de, anadili gibi Arapça, Kürtçe ve Farsça biliyor, şakır şakır tüm lehçe ve şiveleriyle de konuşabiliyorlardı.

Aslına bakarsanız Lawrence, önceleri bir İngiliz subayıydı…

Dönemin İngiliz istihbarat yetkililerince, casusluğa karşı yetenekleri keşfedilmiş ve Arap yarımadasına devşirilmişti.O yüzden lakabı “Arabistanlı” idi.

Arabistanlı Lawrence, Osmanlı bünyesindeki Arap yarımadasında sabırla, itinayla suni bir Arap milliyetçiliği oluşturmak adına, ciddi ciddi özveriyle çalışıyordu.

Bu vesileyle…

İşe, Arap milliyetçiliğine daha yatkın olan bölge valisi Şerif Hüseyin’i kışkırtarak başlamıştı.

Meşhur Arap ayaklanmasını tertip eden Şerif Hüseyin ve Lawrence çok iyi anlaşıyor, birbirlerinin bir dediğini ikiletmiyorlardı.

1916 yılında tertip ettikleri bu ayaklanma tam 2 yıl sürmüştü.

Amaç, İngiliz kontrolünde Suriye, Irak, Ürdün, Lübnan, Kuveyt ve Arabistan’ı da içine alacak olan büyük birleşik Arap devletini kurmaktı.

Ulaşabildiler mi peki, bu hedeflerine?

Maalesef evet!

Ve gün geldi, Şerif Hüseyin’in oğlu Faysal da büyüdü, serpildi, Osmanlı’dan kopan Irak emirliğinin başına getirildi. (1921-1933)

Ümmet, göz göre göre dağılıyor, tespihin imamesi Halife Sultan İkinci Abdülhamid ise İstanbul’daki iç hainlerle cebelleşmekten başını kaldıramıyordu.

Osmanlı dört koldan kuşatılmış, köşeye sıkıştırılmıştı.

Birisi kolunu tutmuş diğeri bacağını, başıysa terse bükülmüş, boynuna bıçak dayanmıştı…

Osmanlı çaresiz, Osmanlı bitkindi…

Pekâlâ…Hepsi tamam da…

Neden Osmanlı? Neden Araplar? Ve neden Afrika?

İşin temeline bakacak olursak, İngiltere’de sanayi devrimi henüz meyvelerini vermeye başlamış ve seri üretim için yeni hammaddelere ihtiyaç duyuyordu.

Çünkü Batı’nın hammadde kaynakları yetersizdi.

Bu sebeple sömürgecilik yaygınlaştırılmıştı.

Hatta bugün de görev yapmakta olan Sömürgeler Bakanlığı dahi kurulmuştu!

Petrol ise tabi ki sömürgenin ve sanayinin ana besin maddesiydi.

Tıpkı altınları, elmasları, çikolata ve kahve ağaçları sömürülen Afrika kıtası gibi, Osmanlı himayesindeki Arap yarımadası da, petrol zenginliği yüzünden müstemlekeye müsait bir düzlem halini almıştı. Tabiri caizse, besili tavuktu.

Ha, bazı yönden, biz daha şanslıydık aslında.

Çünkü beyaz adam, Afrika’ya ayak bastığında elinde İncil, siyah adamınsa elmasları vardı.

Beyaz adam oraları terk ettiğindeyse; siyah adamda İncil, beyaz adamda elmaslar vardı.

En azından Araplara onu yapamadılar.

Peki, bu coğrafyaya sadece Bell ve Lawrence mı gelmişti?

Elbette hayır!

Hemen hemen aynı dönemlerde, “Şeyh Abdullah” adını alan ve imana(!) gelen John Philby de, benzer çalışmalar yürütmüştü.

İyi Arapça ve tefsir eğitimi vardı.Kur’an-ı Kerim’i bir Müslüman kadar iyi biliyor, Cuma namazını en az bir Müslüman kadar güzel kıldırıyordu.

Şerif Hüseyin’in en büyük destekçilerindendi o da.Sözde bağımsız bir Arabistan kurulması taraftarıydı.Tabi ki hepsinin ana niyeti, oradaki petrolü sömürmekti.

John Philby, yani nam-ı diğer “Şeyh Abdullah”, bölgedeki petrol rezervlerinin yanı sıra, önemli tarihi eserleri de kaçırıp, ülkesindeki müzelere yolluyordu.

Vay be!Adamlardaki azme bakar mısınız?

Onda biri şu Ümmette olsa, neler yapardı kim bilir!

Sultan İkinci Abdülhamid’in, Casusluklara Karşı Mücadeleleri;

21 Temmuz 1905.

Büyük bir patlama meydana gelmişti Yıldız Camii’nin yakınlarında.

Saldırı sonrası 26 kişi ölmüş, 58 kişi yaralanmış ve Sultan İkinci Abdülhamid Han da, yara almadan kurtulmuştu.

Olayın akabinde 15 kişi yakalanmış ve tutuklanmıştı.

Baş fail, Belçikalı casus Edward Jorris, Ermeni komitacılarla birlikte Sultan İkinci Abdülhamid’e suikast tertip etmişti.

Plana göre Cuma selamlığı esnasında, Sultan İkinci Abdülhamid’in fayton güzergâhına parça tesirli, zaman ayarlı bomba yerleştirilmiş ve saniyelik hesaplamalarla patlatılmıştı.

Ancak camiden tam çıkarken, Şeyhülislam Cemaleddin Efendi’nin bir soru sorması ve akabinde Sultan İkinci Abdülhamid’in merdivenleri inmeden o an duraklaması, bütün planı alt üst etmişti.

Bomba, zamansız infial etmiş ve Sultanın hayatı kurtulmuştu.

Halen daha, okullarda şiirleri öğretilen Tevfik Fikret, başarısız olan bu suikast girişimine karşı tepkisini, şöyle bir beyitle dile getirmişti;

Ey şanlı avcı, damını bihûde kurmadın.

Attın fakat yazık ki, yazıklar ki, vurmadın.

Belçikalı ajan Edward Jorris, iki yıl tutuklu kalmış ve Abdülhamid’in bazı akşam yemeklerine konuk olmuştu.Jorris bu süre zarfında, Sultan Hamid’e hayran olmaya ve gün geçtikçe sevgi duymaya başlamıştı. Bu iki yılın sonunda serbest bırakılıp memleketine döndüğünde, Sultan İkinci Abdülhamid hesabına çalışmaya başlamıştı.

Yaklaşık aynı dönemlerde, Cennetmekân Sultan İkinci Abdülhamid Han, büyük bir İslam âlimi olan Reşid Efendi’nin methini duymuştu.

Derhal huzuruna davet etmiş, sarayın en güzel misafir odasında ağırlamış ve en leziz yemekleri önüne sunmuştu.

Konuşmalarından her geçen gün etkileniyor, onun manevi dünyasından sunduğu lezzetitattıkça, iç huzurunu daha da pekiştiriyordu.

Hatta bir sohbet sırasında Sultanımız, kendini tutamayıp Reşid Efendi’nin boynuna sarılarak, ağlamaklı bir şekilde faytoncusundan aşçısına, bahçıvanından seyisine kadar hemen birçoğunun ajan olduğundan dert yanmıştı.

Ancak…

Keskin zekâsıyla tanınan Sultan İkinci Abdülhamid bile, hiçbir zaman, Reşid Efendi’nin, aslında İngiltere adına ajanlık yapan Macar asıllıArminiusVambery olduğunu anlayamamıştı.

Ta ki, kendi günlüğüne alay edercesine, “benim ajan olduğumun farkına bile varmadı ve hatta boynuma sarılıp ağladı” diye yazana kadar…

Elbette ne kadar dikkatli olunursa olunsun, Osmanlı coğrafyası o dönemler, espiyonajfaaliyetleri için, çok müsait bir satıhtı.

Avusturyalı genç bir gazeteci olan TeodorHerzl, iddialara göre 1901’de Sultan İkinci Abdülhamid’in huzuruna çıkıp, ülkenin borçlarının ödenmesi ve Ermenilerin pasivize edilmesi şartıyla güneyde bir Yahudi devletinin kurulması talebini dile getirdiğinde, Sultanın cevabı, bir hayli sert olmuştu;

Kanla alınan topraklar ancak kanla verilir!

Ve Sultan İkinci Abdülhamid Han, elbette mücadelesinde yalnız değildi.

Özellikle Arabistanlı Lawrence’in baş düşmanı Kuşçubaşı Eşref ve yardımcısı Sudanlı Zenci Musa, Sultanın övgüsüne mazhar olmuş, “oğullarım” diye nitelenmiş, iki başarılı Osmanlı casusuydular.

Eşref Bey’e, yeteneklerinden ötürü “Kuşçubaşı” unvanı verilmişti.

Zira o’nun, kuşlarla bile iletişime geçtiği iddia ediliyordu.

Zenci Musa ise Arap Yarımadasında kontrespiyonaj faaliyetlerinin yanı sıra, Birinci Dünya Savaşı esnasında Anadolu’ya gelip, cephede askerlere erzak taşımış bir kahramandı.

Her ikisinin de kabri, Aydın Söke’dedir.

Yolunuz düşerse eğer, o iki kahramana dua etmeyi unutmayın!

Almanların Casusluk Faaliyetine Gelecek Olursak;

Max Von Oppenheim.

Bir Alman casusuydu.

Çok iyi derecede Arapça bildiği ve fazlacakurnaz olduğu için, hiçbir zaman deşifre olmadı.

Babası ünlü bankerlerden Albert VonOppenheim’dı.

Müthiş servete sahipti ve Alman hükümetinin de ciddi desteklerini arkasına almıştı.

1911 yılında Oppenheim, hem babasından, hem de Alman krallığından parasal yardımalıyor, Ortadoğu’da ciddi çalışmalar yapıyordu.Niyeti, İngiliz sömürgesi altındaki Arap halklarını isyan ettirmek amacıyla sosyalist fikirler aşılamaktı.

Oppenheim, ajanlığının yanı sıra çok iyi bir kâşif ve arkeologdu.

Bugünkü Suriye/Rasulayn kentinin yakınındaki Tel Halaf kasabasında arkeolojik kazılar yaparak,yüzlerce tarihi eser çıkarmış ve demiryoluyla ülkesine kaçırmıştı.

Sonuç olarak, bu anlattıklarımızdan en etkili kıssayı çıkaracak olursak, şunları söyleyebilirim;

Onlara sömürge dönemleri boyunca, Batı menşeili tarih okutuldu.

Ve Osmanlıya karşı düşman bir Arap gençliği yetiştirildi.

Bize “Araplar sizi arkanızdan hançerledi” yalanıyla, onlara “Türkler sizi sattı” iftirasını yayanların, aslında aynı kişiler olduğu, günbegün ortada değil mi?