Muhacirler Allah’ın bizlere emanetidir, doğru. Peki katliamdan kaçıp merhametimize sığınan bu insanları ülkemizde “doğru politikalarla iskan ve istihdam” etmediğimizde hem kendimize haksızlık ettiğimizi, hem de emanete gereğince sahip çıkmadığımızı ne zaman anlayacağız?
Suriyeli muhacirlere yönelik ırkçı şiddetin arkasında “Esed taraftarı ve terör yandaşı grupların” olduğu açık. Fakat bu durum, Suriyeli misafirlerimizin toplumumuzda hiçbir sorun teşkil etmediğini göstermeye yeter mi? Sorunlarımızı ideolojik tercihlerimizi bir yana bırakıp, konuşarak çözmek zorundayız. Yoksa 4 milyona yaklaşan misafirlerimiz, ülkemizi yıkmaya çabalayanlar için bir malzeme olmaya devam edecekler.
Son yapılan kamuoyu yoklamaları “Suriyelilerden rahatsızlık duyduğunu” söyleyenlerin hiç de azımsanmayacak bir noktaya vardığını, hatta Ak Parti seçmeninin neredeyse MHP tabanından dahi fazla rahatsızlık duyduğunu ortaya koyuyor. Bu durumu görmezden gelip, toplumun önemli bir kesimini “ırkçılıkla” itham ederek konuyu geçiştiremeyiz.
Bu topraklarda kurduğumuz devletimizin en iyi bildiği ve yaptığı şey düzgün bir iskân politikasıydı. 1864 Kafkas ve sonrasındaki Balkan göçünü “Anadolu’da kimseyi rahatsız etmeden; etnik ve mezhebi demografiyi dikkate alarak” çözmüştük. Maraş ve Sivas’ta Çeçen; Sakarya’da Çerkes; Tokat ve Yozgat’ta Arnavut, Eskişehir ve Düzce’de Tatar; Bursa’da Boşnak ve Pomak yerleşimleri bu şekilde oluştu.
Oysaki, sekiz yıldır süren ve ne zaman biteceği belli olmayan bu savaştan kaçan kardeşlerimiz büyük kentlere yığılmış durumda. Kilis’in nüfusu kadar muhaciri var. İstanbul’da sayı milyona yaklaşmış; buna karşın barınma merkezlerinde kalan muhacir sayısı yüzde 2’ye düşmüş durumda.
Dünyanın en büyük muhacir grubu şüphesiz Filistinliler. En büyük kampları ise Lübnan’da bulunuyor. Dünyanın görebileceği en kötü kamplar üstelik. Arap olmalarına rağmen hiç birisine vatandaşlık verilmedi. Lübnan vatandaşı olurlarsa “Filistin davasından vazgeçerler, unuturlar” korkusuyla milyonlarca insan 1948’den beri en kötü koşullarda yaşatılıyor.
Buna karşın Türkiye, BM’nin “temizlik ve konfor bakımından dünyanın en iyisi” dediği kamplarda yaşamaya kimseyi mecbur etmedi. Her insanın çalışıp, ailesine bakmasının da insani bir hak olduğunu düşünüp muhacirleri tercihlerinde serbest bıraktı.
Fakat bu durumun artık hem ekonomik hem de siyasi bir krize sebebiyet verdiğini de görmeliyiz. “Zorunlu iskan” dahil, her türlü tedbiri düşünmek ve acilen uygulamak zorundayız. Aksi takdirde bundan sadece kardeşlerimiz değil, biz de büyük zarar göreceğiz.
Şımarık mahalle yazarları “kimi zaman İslami, kimi zaman da liberal” jargonla Hükümeti muhacirlere yeterince sahip çıkmamakla eleştiriyorlar. Peki ortaya çıkan devasa sorunu çözme konusunda bir iradeleri, hatta bir çözüm önerileri var mı? Yok.
“Tabelaların yüzde 75’i Türkçe olmalı, vatandaş anlayabilmeli” gibi son derece makul bir kararı dahi ırkçılıkla itham ederseniz, düşmanlığı körüklemekten başka bir şey yapmazsınız. “Ama İngilizce, Fransızca tabelalardan yıllardır kimse rahatsız olmadı” diye bir mazeret de makul değil. 4 milyon İngiliz misafiriniz olsaydı, sadece biz değil, en sekülerimiz bile İngilizce tabeladan rahatsız olurdu.
Üç kuruş etmeyecek rutubetli bodrum katlarını muhacire fahiş fiyata kiraya veren fırsatçıları hep birlikte kınayalım. Fakat, sırf bu fırsatçı mal sahipleri yüzünden kiralık ev bulamayan, bulsa da ödeyemeyecek duruma gelen vatandaşın sorununu görmezden mi gelelim?
Şimdi hamasetle yoğrulmuş sloganlarımızı usulca duvara asıp, hem “ensar hem de muhacir”in selametini düşünen gerçekçi sözleri duymaya ihtiyacımız var.