İran

Abone Ol

Son günlerde İran’da yaşananlara dair kalem ehlinin analizleri üzerine İran uzmanlarına serzenişlere de tanık olduk. Ben de bir İran uzmanı değilim. Ya da memlekette İran uzmanı da var mı bilmiyorum.

Şunu iyi biliyorum ki bizim kuşak ilk gençlik yıllarından beri İran’a yönelik duygusal tepkilerle ikiye bölünmüştü. 1979’da yaşanan devrim sonrası Batı’da bir algı oluşturmak isteyen soğuk savaş cephesi her koldan faaliyet içine girerek uzun soluklu bir politika izledi. “Kızım Olmadan Asla” filmi koca bir müfreze halinde cephede yerini almış ve bizim televizyonlarda bile aylarca döndürülmüştü, hatırlarım.

İslam devriminin kitaptaki karşılığı üzerinden algılanan ve iç yüzünü çok iyi bilemediği sempati dolayısı ile Türkiye’deki bir kısım İslami çevre yıllarca bu heyecanla savrulmuştu.

Esasen o günlerde iki kutuplu bir duygusallık işlediğinin farkındaydı herkes. İran’dan nefret edenler ve İran ile heyecanlananlar… Aradan geçen kısmi soğuma evresinden sonra bundan beş altı yıl önce yine NATO cephesinin son kampanyası ile İran tekrar gündeme geldi. O günleri takip edenler çok iyi anlayacaktır. Sosyal ağlarda yüksek bürokratların ve bakanların İrancılıkla suçlandığı günleri hatırlayalım. Baş döndürücü bir kampanya ile seksenlere geri dönülmüş ve ağızlarda eski sakız çiğnenip durmaktaydı.

Mesleğim gereği eski İran tarihi ve edebiyatına uzak değilim. Anadolu coğrafyasına gelirken içinden geçtiğimiz çetin tabiatın ve son derece hareketli bir kaç yüzyılın tarihimizdeki karşılığını yadsıyamayız. Yaşanan iki uzun soluklu göç sonrası hayli renklenmiş bir coğrafyayı bugün bile hiç tanımadığımızı düşünüyorum. Yüzlerce yıllık ilişki bugünkü sınır komşuluğu ile sınırlı değildi elbette. Fakat ne yazık ki içine düştüğümüz soğuk savaş ikliminde çevremize de düşman kesildik. Bu mahalle baskısı o denli etkili oldu ki bugün bile İran hakkında konuşacaklarınız sizi farkında olmadan ihanet-i vataniye çizgisine götürmüş olabilir.

Bugüne kadar bu durumu hiç anlayamadım. Fakat işin bir de İran’dan görünen kısmı var. Son on yılda yaptığım akademik amaçlı iki seyahatimde İran’ı kısmen yakından tanıma fırsatı buldum. Özellikle ikinci sempozyum sürecinde Türkiye’den giden akademik heyetin karşılaştığı olumsuz tavır bizi fazlasıyla üzmüş ve ev sahibi ülkeye yakıştıramadığımız bir izlenimle geri dönmüştük. Hocalarımızın asistanlığımızda anlattıklarını doğrulayan örtülü bir çatışmanın rekabetin çok üstünde bir duygusallığı barındırdığını görmüştük. İki milleti birbirine düşürmek üzere Batılı bir algı faaliyetinin ne yazık ki başarılı olduğunu ve bu konuda tarafların üzerine düşeni yapmaya çalışmadığını söyleyebilirim.

Fakat 2010 sonrası yaşanan yoğun antipati kampanyasını da bugünlerde daha iyi anlayabiliyoruz. Özellikle Suriye ve Irak’ta yaşananlar dolayısı ile etkinliğini hissettiren Avrasya bloklaşması NATO blokunun tazyikine neden olmuş ve bölgede yakınlaşması mukadder olan ülkelerin arasını açmaya yönelik operasyonlar silsilesi baş göstermişti. Amerika’da görülen davayı da bu doğrultuda yorumlamalıyız.

Son günlerde İran’da yaşanan halk hareketlerini anlamaya çalışırken de bu dikkati gözden kaçıramayız. Fakat şunu da söylemek gerekirse benim de her iki gezide tanık olduğum üzere toplumda meydana gelen bir ayrışma söz konusu idi. İdeolojiden ziyade şekilci bir kuralcılığa yönelik toplumda birikmiş bir öfkeye tanık olduğumuzu da söylemeliyim.