Çok mu yormuştuk paylaştığımız mekânları. Özensizliğimiz, her köşedeki fırsatçı tutumumuz oldukça sert bir karşılık veriyor olması şimdi düşündürüyor, çıkmaza sokuyor. Bu kirliliğin temizlenmesi için beklemek şart ve bekliyoruz…
Zarfsız mektuplarımızda, bundan sonrası için tabiat kimliğimizdir yazılı olacak olması, ödediğimiz ve hala ödemekte olduğumuz bedeller için bir dua. Geleceğimiz için yakarış. Bir iç muhasebe. Dudaklardan dökülen bir af isteği ve bir toparlanma!
Mektuplar bizi şeffaf bir dünyaya kilitler. Orada kendimize itiraflarımız başlar. İçimiz güzelleşince, yaşamın da bir manası olur, olmalı da…
“Bugün kesinlikle gelmesi gerekiyordu/Kesinlikle gelmesi gereken tek şey ölümdür albay.’’ Gabriel Garcia Marquez ‘Albaya Mektup Yok’ kitabında onuru, sabrı, umudu içtenlikle anlatmıştır.
Günlerdir insansız sokakların mektubunu okumak, sorumluluklarımızla bize hatırlatmadı mı? Kendimize ve bizden sonraki nesle neler borçlu olduğumuzu sessizlikten mi öğrenmemiz gerekiyordu. Belki de…
“Beni hiç taşımamış olan sana’’ diye başlıyordu mektup. Stefan Zweig bir aşkın üzerini güçlü bir cümle ile çizerken, kendimizi ne kadar tanıyoruz sorusu ile baş başa bırakmıştır bizi.
Sokaklar, sokağa açılan kapılarda kayboluyor. Tabiat kendi içindeki dönüşümü seyircisiz tamamlıyor.
İnsansız sokaklar kim bilir neler düşünüyor. Yolların etrafı boş vazoları andırıyor adeta. Nisan hissettiği kokusunu paylaşamıyor. Ve tedirgin insanlar, evlerin odalarında sokakların ilahi bir nefesle temizlenmesini bekliyor.
Göğün siması sulara aksediyor. Evet, bu çıldırtıcı güzellik paylaşılmayan ana gömülüyor. Taş, toprak ve gece insan izinden uzaklaştıkça. Heyecansız bir baharı imzalıyor ağaçlar. Baharı cam binaların ardından hissetmek, rüzgârın uzun yolculuğunda yorulmamak, hepimizi düşüncelere boğuyor. Denge öyle ani değişiyor ki daha önce sığamadığımız evler, bizi bir araya getirmenin ötesinde içimizin de barınağı oluyor…
İnsanın yüzüne mektup yazması demek; kendini kendinde araması, olması istediği hal ile tanışması, insan kalmaya ant içmesi değil mi?
Açık bir ölüm defterine şahit olmak, yeterince ürpertici.
Konuşma dilimiz, görme şeklimiz hala değişmeyecekse insan kendinden ibret alma şansını da kaybediyor demektir.’’ Gökyüzünden nasıl bir hastalık döküntüsü düşmüştü ve sabitlenmişti de sıradan insan manzarasının üzerini örtüp ona ebedi kış mevsimini vermişti?’’ diyor Janet Frame, ‘Sudaki Yüzler kitabında.’ Hasta kişiliğine komşu cümleler kuruyor bazen hepimizin yaptığı gibi cevaplar arıyordu aykırı yüzüne.
İnsan kendine çekildiğinde, kendi yüzünü görme fırsatını yakalar oysa. O yüze ya çok şey yakıştırır ya da orada kınar insanlığını. Sonra yüzünü, yüzüne çarpar. Hatalar kabaran deniz dalgası gibi. İşte bir iç didişme başlamıştır daha önceleri defalarca yarım kalan, önemsenmeyen es geçilen, sevginin -nefretin ortaklığı, cevapsızlık, aşırılık veya iç dünyada kabul görmeme, isyan ve ruh açlığı! Mürekkepsiz satırlarda hoşnut olmak yani kısıtlı vicdan ile insanın kendini idare etmesi. Ne kadar acizane bir tabloymuş.
Kopyalanmış bir bahar şarkısı gibi muamele etmiş bu zamana kadar insan kendi yüzüne… Yani ihanet ederken kendine düşünmemiş olması dünya kirini ruhuna bulaştırması ağır bir yük.
Evler düşündürmeye başladığında, kendimize içimize mektuplar yazarız. Sessizlik öğretisi insanın en kaçak taraflarını dahi ele geçirir.
Gerçek ve hayal -ümit ve korku ya da hiç birinin içine giremeyerek belirsizlik eşiğinde kendini dengeleyen insan, ölümü bütün uzuvlarına hatırlatırken insanlığı keşfe çıkar.
Rüzgârlı nisan akşamlarında çocukluğu ile kendini temize çekme imkânı yakalamak, yüze yapışan yenilgilerin, kayıpların kabuğunu çekip almak zor değilmiş. Sadece sessizliğin eline ihtiyaç varmış.
Hırslarla inatlaşmanın saçmalığını geride bırakacak olmak mütevazı, huzurlu bir yaşam alanı oluşturmak içimizdeki eve kurduğumuz cümlelerdir.
Bugünün penceresine şöyle sesleniyor Ülkü Tamer: ‘En kötü alışkanlığım benim galiba yaşamaktı.’ –‘ Varsın yaz biterse bitsin / Sıcak bir yaz getir bana.’