Sene 1991. Aylardan temmuz. Sabahın erken saatleri olmasına rağmen Süleymaniye Camiinin etrafındaki çay ocaklarında boş yer yok.
Bütün tabureler sağcılar oturamasın diye solcular tarafından tutulmuş.
Yoldan heyecanlı adımlarla geçmekte olan bir adam duraksayıp taburede oturanlara istihza ederek soruyor: “Ne o lan, imana mı geldiniz de sabah sabah buradasınız?”
Taburede oturanlar şaşkınlık içinde bir müddet kendilerine sonra da adama bakıyor. Kiminin kaşları çatılıyor bile “Canına mı susadın?” dercesine.
Ayaktaki adam bu defa yüzünde bir tebessüm oluşarak ve gözleri de hafif nemlenerek devam ediyor: “Oğlum oldu lan! İlk siz duyun. Oğlum oldu!”
Karşıt görüşlülük yerini karşılıklı gülüşmelere bırakıyor. Hatta biri ayağa kalkarak o adama sarılıp tebrik ediyor. Sonra bir başkası daha kalkıyor. Bir başkası daha…
Bu ideolojiler üstü anın gizli öznesi bendim. O gün doğmuştum. Ve bu topraklarda doğmuş olmakla sadece hayata değil, siyasete de atılmıştım.
11 Ekim 1991 tarihli bir televizyon kaydı var, internette bulabilir herkes. Necmettin Erbakan, Doğu Perinçek, Bülent Ecevit, Süleyman Demirel, Mesut Yılmaz ve Erdal İnönü, hepsi aynı stüdyoda.
O kadar vakur bir halde tartışıyorlar ki programda; tatlı tatlı laf dokundurmalar, gülümsemeler…
Peki bugün parti liderlerinin bir araya geldiği bir canlı yayın izleyebilmemiz artık neden imkânsız?
Antalya’da dünya liderleri bir araya gelirken kendi insanımız nasıl gelemez anlamıyorum.
Parti liderleri böyle kavgalı, bu kadar “bireysel” bir görüntü çiziyorken tabanların birbirine karşı anlayış göstermesi mümkün olabilir mi?
Bugün birbirimizle kavga etmeyi bile beceremiyoruz artık. Hep bel altı vuruluyor. Kimsenin bir diğerine “Haklısın.” dediği yok.
Herkes elindeki doğru olduğu düşündüğü parçayı hakikatin tamamı sanıyor.
Küçücük şeylerden nem kapar, insanları yaftalar hale geldik. Ortada merhametin adı bile yok.
Doğrusu günümüz nefretlerine tanık oldukça hiç nefret beslemediğimi fark ettim. Nefret de yorulur. Yorulmalıdır. Yorulun ne olur!
Göz önünde olup da insanlara etki eden kimselerin yanlışları yüzünden uzun zamandır sekînet sahibi değiliz. Bu bizi Allah’ın rahmetinden uzak tutuyor.
Erdemden çok güce, zenginliğe düşkünlük gösterildi. İnsanların gözünde maddiyat, maneviyata tur bindirdi. Bu hal bizim iktidarımızda olmamalıydı.
Bir ağabeyime “Bizim iman bildiğimiz şey meğer parasızlıkmış.” dedirten olaylar sizi gerçekten yaralamıyor mu? Ben bu söz üzerinde günlerce düşündüm.
Oyum şimdiye kadar hiç şaşmadı. Fakat önceleri bir idealist olarak heyecanla verdiğim oyu son iki seçimde realist olarak, yorgunlukla verdim.
Çevremi koalisyon endişesi sarmışken çok rahattım, “İyi oldu, bunda hayır var.” dedim. Allah bir şeyler görmemizi istemişti.
Hayat zaten inişli çıkışlıydı, erken seçimle daha güçlü bir tek başına iktidarın geleceğine inanmıştım.
Şimdi bu iktidarın gücünü adilce kullanacağına da inanmak istiyorum. İnsanın olduğu hiçbir oluşum hatasız olamaz. Sorun olan hatalı olmak değil, hatadan dönmemek.
Oylar azaldığında sakinler, “Millet Ak Parti’yi cezalandırdı.” dedi. Fevrilerse “Bu millet nankör!” diye feveran etti.
Oylar çoğaldığında fevriler rahatladı ve şımarıklıklarını koruyarak bu defa “Millet aklını başına aldı.” dedi.
Sakinler hükümetteki kötü yanlar giderilsin, bakın bu hak değildir adil olunsun dedikçe “Şimdi sırası değil!” denilmişti onlara.
Paralelle ve terörle mücadele söz konusuydu, bu bir milli meseleydi eyvallah.
Lakin ta en başında “Bakın bu cemaat samimi değil, onlara güvenmeyin.” denildiğinde de “Şimdi sırası değil!” diye karşılık vermişti aynı kişiler.
Şimdiyse “paralel” demeye doyamıyorlar. Bazen hızlarını alamayıp sakinleri bile paralellikle yaftalıyorlar.
Sakinler mi? Onlarsa artık Gülenistlere söylenecek sözleri çoktan tüketti. Gelmek bilmeyen o sıranın gelmesini istiyorlar sadece.
Bizim gelenek; bireye, kurumlara, devlete, devletin başındakilere, dünya kapsamında kalan her şeye aşkın bakar, tavsiyede bulunur, emreder, nehyeder, uyarır. Kapsanmaz; kapsar.
Yalnızca tepeden saldırmayı, pervasız çatışmayı iyi bilmeyelim ne olur! İhyayı, ıslahı, ihsanı da iyi yapalım.
Doğru dürüst bir muhalefet ancak doğruları çoğaltır. Sarhoşluktan uzak tutar.
Diyorum ki iktidar olmak yetmez, muhalefeti de onların ellerinden almamız lazım. Çünkü onların eline hiçbir şey yakışmıyor.
Onurlu muhalefet denen şey elde etme imkânı varken elinin tersiyle itmektir. Onlarınki zaten mahrum olunan bir şeyi reddetmekti.
Onlar bir yanlışı eleştirirken kendilerini yeryüzündeki bütün yanlışlardan ayrı tutan kibirli bir üslupla yapıyorlar bunu.
İkiyüzlüler, ziyadesiyle iticiler. “Hırsız!” diye bağırıyorlar ama “keşke biz çalsaydık” derdindeler. Ellerine fırsat geçtiğinde neler olacağını biliyoruz.
Allah gecinden versin, Erdoğan’ın vefatından sonrasını hiç düşündünüz mü? Ben düşündüm.
Partidekiler arasında çıkabilecek miras kavgasını, bu kargaşada askerin başına getirilecek yeni isimle yapılabilecek darbeyi, sadece birkaç saatte seneler öncesine nasıl dönebileceğimizi düşündüm.
Karşımızda bizi eline güç geçtiği an boğazlayacak “özgürlükçü, eşitlikçi” bir kitle olduğunu ve bu kitleyi bizim her geçen gün daha fazla alevlendirdiğimizi idrak edelim.
Ne acı ki biz de onlara benziyoruz. Benzemeyelim ne olur!
Herkes kendi mahallesinde kendisi çalıp oynamasın artık. Öyle adamlar çıkmalı ki içimizden sol da sağ da ona saygı duymalı. Bu örnek adamlar Müslümanların içinden çıkmayacaksa nereden çıkacak?
Hepimiz birey olarak emrolunduğumuz gibi dosdoğru olalım yeter. Ölçümüz İslam olsun, hiçbir siyasi parti değil.
Kartları açık oynayanları, size muhabbet besleyenleri küstürürseniz sonra da etraf içten pazarlıklı doldu diye yakınırsınız.
Birbirimizi sevmedikçe iman etmiş olmuyoruz, birbirimizi sevelim ne olur!
Ben vatanımı, milletimi, bayrağımı çok sevdim. Duamda en fazla payı hep onlar için ayırdım.
Tek derdim makamlarda mevkilerde liyakat sahibi adam gibi adamlar olsun. Bizi temsil ettiklerinde göğsümüz kabarsın. Kazanan hep Türkiye olsun, ben fakir kalayım önemli değil.
Ömrüm boyunca bu topraklara somut bir katkıda bulunamazsam bana da yuh olsun.
Ümidimi kaybetmeyeceğim. Hepinizi devrimci selamımla selamlıyorum.