Afişine bakınca anti-antisemitik bir yapıt bekliyorsunuz. İsmine bakınca, yakın tarihte soykırıma uğrayan onlarca milletin esamisi bile okunmazken Nazi Almanya’sında katledilen Yahudilerin, bin yılın tek mağdurlarının(!) gereğinden fazla abartılıp gerçekliğinden uzaklaştırıldığı için inandırıcılığını yitirmeye başlayan senaryolardan türedi bir şey bekliyorsunuz. Lakin eser peşin hükümlüleri yanıltırken yaşadığınız dünya ve hayat ile ilgili bazı mevzu ve muntazar gerçekleri de faş ediyor.
Hikaye yaklaşık elli beş milyon insanın yaşamını yitirdiği 2. dünya savaşı yıllarında, Hitler Almanya’sının üstün ırk inhirafının Avrupa’yı kasıp kavurduğu dönemlerde geçiyor.
Vaktiyle peltekliğinden dolayı iki cümleyi yan yana getiremediği için alay konusu olan biridir, Hitler. Ama o kadar azimlidir ki her gün ağzına çakıl taşları alarak ırmak kenarında egzersiz yapar, dilindeki düğümü çözmeyi başarır ve dünyanın gelmiş geçmiş en etkili hatiplerinden biri haline gelir. Kısaca Nazi partisi diye bilinen Nasyonal Sosyalist Parti’de hızla yükselir ve Führer (tek lider) unvanını alıncaya kadar tırmanışına devam eder. İsa’dan önceki yıllarda Firavunların yönetim biçimini andıran bir idare tipi vardır, Almanya’da artık. Parti, kapitalizm ve Marksizm karşıtıdır ama aşırı sağcılık ve radikal faşizmin tapınağına dönüşür.
Hitler’in şansölye oluşu ile birlikte ari ırk teorisine inanan milyonlarca milliyetçi tip peyda olur. Bu inanmış/inandırılmış insanlar, liderlerinin peşinden önce bir cehennem meydana getirir, ardından kendileri de orada boy verirler. Halk o kadar çok liderle hemhal olmuştur ki (fenafi’l-lider) selamlaşırken “heil Hitler/çok yaşa Hitler” dememeniz hainliğinizin kanıtı şeklinde algılanır. İşin tuhafı milyonlarca insan bu akla ziyan sapmayı kanıksar. Tam bir toplumsal delirmişlik yaşanmaktadır.
Korkunç bir lider fetişizmi hakimdir bu süreçte. Lideri eleştiremezsiniz. Lider hata yapmaz. Liderin muhakkak bir bildiği vardır. Ülkenin iyiliğini liderden daha çok isteyen kimse bulunamaz. O derece ki herkes liderin gözlerinin içine bakmaktadır. Putlaştırırcasına bir tepinme/tapınma hali. Neticede ortaya nur topu gibi bir tiranlık çıkmıştır.
Bu cinnet halinden on yıllar önce, 1900’de intihar ederek hayatına son veren Nietzche’nin eserlerini okuduğunuzda, onun bu olacakları önceden görmüşçesine yazdığını fark edersiniz. O, Alman toplumunun Hristiyanlık, alkol ve müzikle uyuşturulduğunu vurgular. Ona göre, hakikat düşmanı olarak sıradan bir inanç, en sofistike yalandan daha tehlikelidir. “Bugün artık kimse ölümcül hakikatlerden ölmüyor, çok fazla panzehir var” derken kastettiği belki de budur. Kuşkusuz her çağın vicdanı ve aklı dumura uğratan küresel; her toplumun ise yerel panzehirleri hep olagelmiştir.
Hakikatinde liderinin şahsında her insan biraz kendine tapar. İnsanlar, yüce davalar ve idealler adına önderlerini ve davalarını överken çok soylu bir ikiyüzlülük sergilerler. Lideri şak şaklarken Emerson’ın “yağlanmış hiçbir şeyliğimiz” diye tarif ettiği egolarını alkışlarlar. Lidere öykünürken kendilerini överler, biraz da.
Filmi izlerken zihnimde, yakın tarihimizden bazı kesitler filmin kareleriyle örtüşmeye başladı. Sonra başımı bir periskop gibi kumdan çıkarıp etrafıma bakmaya başladım. Tekerrür hayaletinin içimize kaçıp kaçmadığını anlamaya çalıştım.
“Hitler’e Suikast” filmi gerçek bir hikayeden esinlenip senarize edilmiş. Hitlerin politikalarına itiraz eden ve onu, Alman halkına zarar verdiğine inandığı için suikasta teşebbüs eden özgürlük aşığı bir marangozun, Georg Elser’in hikayesini anlatıyor.
Film işte… Neler de getiriyor insanın aklına…