Bu haftaki yazımda, başımdan geçen bir olayı ve akabindeki düşüncelerimi aktarmak istiyorum.
Geçtiğimiz günlerde, memleketten İstanbul’a dönmek için havaalanına gitmiş, bazı tanıdıklarla karşılaşmıştım. Hâl, hatır sorduğum tanıdıklarımdan biri, kayınpederinin vefat ettiğini, cenazesinin de uçakla geldiğini ve onu beklediğini söyledi. “İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi raciun” dedikten sonra kendisine başsağlığı temennimi bildirdim.
Beklenen uçak indi, akabinde de transfer merkezine sevk edilen bavulları gördük. Sonra da bir büyük, bir de küçük tabutun indiğine şahit oldum. Anlaşılan iki ayrı cenaze vardı. Bunu görünce arkadaşlarıma “İnsan neden ölür?” şeklinde bir soru yönelttim.
Soru karşısında, “Ben bunu hiç düşünmemiştim…” diye yanıt verdi biri. Diğeri ise dinî terminolojideki bazı kelimeler eşliğinde cevap vermeye çalıştı. Belli ki ilk kez karşılaşıyordu böyle bir soruyla…
“İnsan niye ölür?” diyerek soruyu tekrarladım. Lakin cevap alamadım. Bu sorunun felsefi açıdan da bir cevabı yoktu. Sokrates, Eflâtun ve Aristo gibi felsefecilerin dahi cevaplamakta aciz kaldığı bir soruydu bu... Cevaplanması gereken önemli bir soruydu elbette.
O esnada ricam üzerine bugün kaç kişi vefat etmiş diye internetten araştırdılar. O güne ait 154 bin civarında vefatı gösteren sayacı gördük. Sayaç hiç durmadan ve büyük bir hızla yükseliyordu.
Aniden, daha önce okuduğum bir kitaptan “Cenâb-ı Mevlâ (cc), kalem-i kudretiyle mevcûdâtı gece ve gündüz denilen iki sahîfe üzerine yazıyor. Gazete okumak istersen, günün iki sahîfesini oku. Bak! Ne kadar hayat ve memat; ne kadar visal ve zeval haberlerini görürsün. Bir günün sahîfesini okuduğun zaman, insan nev‘inden en az otuz bin cenaze haberini okursun. İşte, insanı dehşete düşüren ve düşündüren bir haber!” kısmı aklıma geldi.
Bu kadar çok “ölüm” denilen bir gerçek varken insanlık bunu yok sayıp, Hindistan’da meydana gelen selden dolayı vefat eden 30 kişiden bahsediyor. Ne kadar trajikomik bir yaklaşım değil mi?
Anlaşılan “İnsan niye ölür?” sorusuna fikrî olarak karşılık bulamayacaktım. Hâliyle cevap yine benden geldi. “Mülk suresi”nin başındaki ayetle cevapladım bu soruyu. Çünkü bu soruyu, ancak “Kur’an’ın hikmeti”yle cevaplayabilirdik.
Mülk suresinin ikinci ayetinde “Ellezi halâkal mevte vel hayate li yebluvekum eyyukum ahsenu amela” (Amelce hanginiz daha güzeldir diye, sizi imtihan etmek için hem ölümü hem hayatı icat eden O’dur.) buyuruluyordu.
Ayete göre hayat ve ölüm bir “sınav süreci” idi. İnsanların ölümünü fark edip bu fiilin failini ve bu fiille bizden ne istendiğini ve bu fiilin mahiyetini merak ederek, Kur’an’a müracaat edip cevap bulan, bu imtihanı kazanarak kurtulacaktır. İnsan vasfını taşıdığı hâlde, deve kuşunun avcıyı görmemek için başını kuma gömmesi misali, nisyan (unutmak) perdesi altına girip etrafındaki bu kadar ölüm hadisesini görmeyen veya görmek istemeyen gafiller ise bu imtihanı kaybedecek.
Bu ayette mühim nükteler yani ince manalar var. İşte onlardan birkaçı:
- Ayet, ölüme “mahluk” (yaratılmış) demekle ölümün “tesadüf olmadığını” gösteriyor.
- Ölümün akabinde insanın defnedildiği “kabrin”, “hiçlik kuyusu olmadığını” müjdeliyor. Nitekim bu konuda Peygamberimiz (s.a.v) “Kabir cennet kapısından bir kapı veya cehennem çukurundan bir çukurdur.” buyuruyor.
- Ölümü, hayattan evvel belirterek hayattan sonra gelecek “ölümün mahlukiyet cihetinde daha kuvvetli ve gerçekçi olduğu” zikredilmiş oluyor.
- “Hayata gelmenin ve akabinde vefatın dâîsi, illeti ve sebebi nedir?”in sorgulanması sağlanarak “amelce hanginiz daha güzeldir…” ifadeleriyle bu faaliyetin “imtihan” olduğu açıklanıyor…
- Ayette, yaratılanı ancak ve ancak Yaradan’ın öldürebileceği belirtilirken zahirî sebeplerin ölüm hadisesine bir “perde” olduğuna dikkat çekiliyor. Yani hakikatte “ölüm hadisesinin tevhide ait” olduğu ilan ediliyor…
Selam ve dua ile
Fiemanillah