Hayattan hep olumlu şeyler bekliyoruz. Sanki bir el bize ait bütün olumsuzlukları bir parmak hareketiyle tam da istediğimiz ‘şey’e dönüştürsün istiyoruz. Böyle olunca tamamlanacağımızı, mutlu olacağımızı, hasta isek bir anda iyileşeceğimizi, yokluk imtihanıyla sınanıyorsak bir anda zenginleşeceğimizi sanıyoruz.
Ama insanı asıl besleyen olumsuz şeylerdir.
Hayatımızda olumlu şeylerden beslenirsek belki bir anlam dünyasına girebiliriz. Bu dünyanın şehveti ile hakikati ıskalayabiliriz; bu mümkündür.
Nasıl bir hayatı tercih ettiğimizle de ilgilidir bu sonuç…
Mesela gözümüzü kapatmadan rüya görmek isteriz…
Fakat gözümüz kapalı iken ya çukura düşebilir veya duvara toslayabiliriz.
Camus’ünün “Hayat bir şey değildir, itinayla yaşayınız” sözünü az, biraz ciddiye almalı insan.
Hedonist ve hazza düşkün olanların besin kaynağı ilkesizliktir. İlkesizler yaşadıkları hayatın nesnesi olabilirler ancak…
Olumlu şeyler tembellik getirir insanın hayatına.
Her şeyin yolunda gittiği bir dünya tasavvur edelim…
Allah’a yalvarıyoruz, O’ndan sürekli bir şeyler istiyoruz. Elbette sadece O’ndan isteyeceğiz çünkü o “bir şeyi müesser etmeyince o şey elde edilemez.”
Ama bu hep böyle midir? Neye karşılık isteyeceğiz? Ne zaman isteyeceğiz? Nasıl isteyeceğiz?
Biz kendimize, ailemize, çevremize, milletimize hizmet için mi yaşıyoruz yoksa bize hizmet edilsin diye mi?
Çevremizde kim varsa, herkes başkasından bir şey bekliyor: Evde eşlerimiz bize hizmet etsin diye bekliyoruz. Evlatlarımız kölemiz olsun diye bekliyoruz. Öğretmenler sürekli bize iyi not versin diye bekliyoruz. Olduğumuz yerde mıh gibi durup herkes bize doğru koşsun diye bekliyoruz. Ülkede hiç sorun çıkmasın, her şey kendiliğinden hallolsun diye bekliyoruz…
Ve dahası…
İyi şeylerin tamamını biz yaparız, onun gururu bizdedir…
Ama kötü şeyleri hiç üzerimize almayız, çünkü onları her zaman başkaları/ ötekiler yapar.
Oysa Yüce Kitab’ın “Kim izzet arıyorsa, bilsin ki izzet bütünüyle Allah’a aittir (…) Kötülük tasarlayanlar için ise şiddetli azap vardır” ayetine sırlanan şey aslında, “Eğer sana bir kötülük geliyorsa, onu kendinde ara”dır.
İnsan böyle yaşadığı sürece kendini önce mahveder, ardından ise yok eder.
Ve ilmin asıl duygusu sökülüp alınır benliğimizden: Kendimizi var etmek için dünyaya geldiğimizi unuturuz.
İşte bütün bu olumlu/olumsuz gelgitler arasında hayatımıza anlam yüklemez isek kısırdöngü kaçınılmazdır: Akşam yatar, sabah kalkıp işe gideriz. Evleniriz. Çocuklarımız olur. Onlar büyür, biz yaşlanırız. Zaman biter, ölürüz.
Yani hayat dediğimiz şey bu kadar, hiç de uzun değil…
Hayat konserve kutusunun içini nasıl dolduracağız, mesele bu…
Herkes hayatında olağanüstülükler bekler. Tıpkı bir mucize bekler gibi. Ama bir şeyi ıskalar: İnsanın doğuşu en büyük mucizedir zaten.
Her ne var ise insanın kendisindedir.
İnsan O’nun iradesiyle şekillenen özünden istemeli kendini: Bundan daha büyük bir hediye olabilir mi?
Her nefesi bir şükür olarak görmeliyiz, çünkü her nefes ömrü uzatır. İki nefes arasındadır hayat dediğimiz ‘mucize’…
Bu bilinçle hareket edeceğiz, hayatı ancak böyle anlamlı hale getireceğiz, meselelere ancak böyle mukabele edeceğiz, tamamen buna odaklanacağız.
Allah’la dost olacağız; Allah’ın dostlarıyla dostlaşacağız.
Bütün insanlık için tartışmasız tek reçete bu…
Bu sıkışmışlık halinden kurtuluş için başkaca bir çaremiz de yok…
Tolstoy, “İnsan Ne İle Yaşar” diye sorup cevap aradığı aynı adlı kitabında der ki: “İnsan Allah’ı daha iyi anladıkça, O’nu daha iyi tanır. Allah’ı daha iyi tanıdığı zaman, O’na daha yakınlaşır, böylece O’nun iyiliğini, merhametini ve sevgisini daha iyi örnek alabilir.”
İşbu yazı, Tostoy’un sürdüğü iz üzerine…
Allah dostlarından Mehmet Akif Ersoy’un doğumunun 144’üncü, vefatının ise 81’inci sene-i devriyesinde ilham olmuştur. Allah’ı ve insanı en iyi tanıyıp anlayan bir öncüyü hatıra getirir getirmez ilham olmuştur…
Çok şükür ki, öyle olmuştur…