Şu ana kadar 40 kadar ülkeyi farklı vesilelerle gördüm, bir kısmında yaşadım. İngiltere’ye ise ilk defa geliyorum… Ters akan trafik ve soldaki direksiyondan bahsetmeyeyim. Daha önemli konularımız var.
Cambridge Üniversitesi’nde dün katıldığım göç hakkındaki bir sempozyumda göçün tarihinden bugününe, sebeplerinden sonuçlarına, yönetiminden geleceğine kadar gerçekten alanın uzmanları olan kişilerce tartışmalar yapılıyor, öneriler sunuluyor. Katılımcılar, genellikle ülkelerinin politikalarından bağımsız bir şekilde tezlerini ve görüşlerini özgürce ileri sürüyorlar. Bu ortamlar, çözüm önerilerinin üretilebilmesi, özgür düşüncenin ve orijinal fikirlerin ortaya çıkabilmesi için çok önemli zeminler. Burada tanışıp konuştuğum önemli bir bilim insanını sizinle tanıştırmadan önce uluslararası tartışma ortamlarının neler kazandırabileceğine vurgu yapmak ve halimizi sizinle paylaşmak istiyorum:
Dünyanın doğusunda mantıklı veya mantıksız bir tez ortaya konulduktan sonra herkes ona göre konum ve mevzi alarak o tezin gölgesinde kalan ve orijinalitesi olmayan zorlama düşünce ve duygularını ortaya çıkarır. Farklı tezleri ve iddiaları olanlar ise derhal yok sayılır, sırt çevrilir veya husumete dönüşen kapılar aralanır. Bu tarzın o ülkelerin fikir hayatını körelttiğine hiç bir şüphe yok.
Bilimin ve bilginin üretilmesinde önemli yollardan birisi olan metodoloji, aynı konu hakkında yüzlerce farklı görüşün ortaya çıkıp tez ve antitezlerin, karşı görüşlerin yarışması ve yeni sentezlerin, düşüncelerin üretilmesidir. Bu usul, kopyalama kolaycılığı yerine fikir işçiliğini zorunlu kılar. Bunu yapabilmek ise gözlem kabiliyeti ve analitik düşünceyi gerektirir. Toplumun sosyal meselelerine, ülkenin iç ve dış problemlerine çözümler sunan düşüncelerin sağlıklı üretim yolu budur. Bu üretim konusunda dünyadaki ana trend üniversitelerin ve “think tank” kuruluşlarının düşünce üretmeleridir. Bunun yanında, zaman zaman yazılı basın, medya ve STK’ların bu üretim süreçlerine gözlem paylaşma yoluyla katkıları olabilir.
Şimdi, tanıştığım o önemli isim hakkında bilgi vermek istiyorum: Oxford Üniversitesi’nden Emeritus Prof. Dr. Dawn Chatty… Antropoloji, etnoloji, tarih ve idare alanları hakkındaki derin ve farklı bilgisi “keynote speaker” (şeref konuğu) olarak yaptığı açılış konuşmasının ilk dakikalarından itibaren kendisini gösterdi. Tek bir disiplin üzerinden değil, çok yönlü bir perspektifle sunduğu küresel göç konusunu detaylarıyla ve dayanaklarıyla sunarken gerçek bir bilim insanının nasıl olması gerektiğini hatırlatmış oldu.
Kendisine yüz yüze yaptığımız konuşmada ifade ettiğim gibi “…yaptığı açılış konuşması, veri, belge, bilgi ve bunun yanında dürüstlük Bilgelik\Hikmet (wisdom) dolu bir konuşmaydı.” Kendisine sorulan yönlendirici soruları ustalıkla bertaraf edip doğru cevapları verdi. Güncel Suriye konusu konuşulurken yüz yıl öncesine atıfla “Ermeni katliamı” konusunu ortaya diğer bir katılımcıya “Ermeniler’in yaşadıklarının dönemin uluslararası politikalarıyla bağlantılarını ve bunun daha önce yaşananlardan bağımsız olmadığını, Balkanlarda Türk, Arnavut ve Boşnaklar’ın yaşadıkları ile Kafkasya’dan Çeçen, Çerkes ve Dağıstanlılar’ın nasıl zorla sürgün edildiğini anlamadan diğer olayların anlaşılamayacağını” açıkça ifade etti. Hem de bu konuyu dört harita ve görsel eşliğinde anlattı. Soruyu soran kişi salonu terk etse de Chatty, sakin ve vakur bir bilim insanı olarak olayları net bir şekilde tarih bilimine uygun şekilde anlatmış oldu.
Osmanlı Devleti dönemine ait göç idaresi ve dönemin hukuk metinlerini, yönetmelikleri anlatırken neden biz de bu netlikte ve detayda konuya vakıf ama önyargısı olmaksızın “gerçeğin\hakikatin yanında” insan yetiştiremediğimiz sorusunu kendi kendime sormadan edemedim. Bu arada bilim insanının diğer kültürleri bilmenin yanında önce kendi halkını, kültürünü ve değerlerini tanımaya ihtiyacı olduğunu tekraren ifade etmek isterim.
Ziyarette İngiliz üniversitelerinin ciddiyetini, artık üniversiteler şehri olmuş olan Cambridge şehrinden başlayarak görme fırsatını buldum. Üniversiteler, ders verilen ve diploma sunan, birbirinin kopyası, görkemli “imitasyon”lar değil. Birebir görüşmelerde masaya koyabileceklerimizin ne kadar az olduğunu anlıyor ve onların bilim dünyasındaki yerlerinin eski bir geleneğe, kesintisiz bir tarihi kimliğe ve “milli özgüven”lerine, bitmeyen çalışma iştahlarına ve bilime güvenmelerine bağlı olduğunu tekrar görüyorum. Yapabileceklerine inanıyorlar, çalışıyorlar, ter döküyor ve başarıyorlar. Bizler kendimize inanıyoruz, güveniyoruz ama bunun gereği olan çalışmaları dağınık ve sistemsiz yaparak yarım bırakıyor, konuları tüketiyoruz.
Cambridge şehri bütünüyle öğrencilerden oluşuyor ve önemli bir kısmı yabancı… Çinliler ve Hintliler bunun en büyük yüzdesini oluşturuyorlar. Birçok ülke, yurtdışına konu bazlı ve odaklı olarak seçerek gönderdikleri öğrencilerin başarılarını yakından gözlemliyor. Onların mutlaka ülkeye dönmelerini sağlıyor ve döndüklerinde öğrendiklerinden neleri ülkelerine getirdiklerini dikkatle izliyor, onlardan yararlanıyor.
Bu manzara, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Japon gençlerinin yurtdışında öğrenim görüp döndüklerinde ekip çalışması ile üretim odaklı “Japon Kalkınma Mucizesi”ni başarmalarını çağrıştırıyor. Nüfuslarına da uygun şekilde Çin ve Hindistan artık dünyanın en fazla akademisyenine, en fazla araştırmacısına (researcher) sahip ülkelerden.
Dün Cambridge’de kantinde çay ve kahve bekleyen öğrencilere gözüm takıldı. Birbirleriyle konuşurken yaklaşık yüz kişiden oluşan kuyruğu umursamıyor gibiydiler. İlgimi çekti. Bu yazıyı da dünya sıralamalarında sekizinci, Avrupa’da ise üçüncü olan Imperial College London’da kütüphanede yazıyorum ve devasa kütüphane tıklım tıklım. Sınav zamanı olmaması şaşırtıcı…
Üniversite yıllarında neredeyse bütün gruplar ülke problemlerini “sistem”e yüklerdi. Ama aslında bizde asıl olmayanın, “sistem” olduğunu çok geç fark ettik. Bir gün, gerçekten kendi halkına ve değerlerine, ilkelere dayanan bir sistem kurmayı başardığımızda, bütün problemlerin çözümünü de uygulayabilmek için ilk ve doğru adımı atmış olacağız.