İngiltere’nin krallıktan parlamenter sisteme geçişi uzun ve meşakkatli bir süreçte olmuştu. 1714 yılında Büyük Britanya Kraliçesi olan Anne, çocukları kendisinden sonra hayatta kalmadığı için tahta vâris bırakmadan ölmüştü. Bunun üzerine Hanover hanedanından Prens George Louis (Kral I. George, 1714-1727) kansız bir biçimde tahta geçti. Ancak ortada bir sorun vardı. Alman asıllı olan Kral I. George, İngilizce konuşamıyordu. Bu yüzden de Avam Kamarası’nda konuşulan ve tartışılan mevzuları anlayamıyordu. Haliyle uzun süren tartışmalardan sıkılıyordu. Bunun üzerine Kral, parlamento toplantılarına katılmamaya başladı. Parlamenterler de kendi aralarındaki tartışmaların neticesini ve kraldan taleplerini iletmek üzere aralarında bir sözcü seçtiler. Seçilen sözcü kral ile parlamento arasında irtibatı sağlamakla görevliydi. Böylece ilk defa “başbakanlık” makamı ortaya çıkmış oldu.
Bu tarihi anekdottan kastım başbakanlık makamının değerini düşürüp bunun üzerinden bir siyasi mesaj vermek değil. İnsanlık tarihi gözden geçirildiğinde görülür ki, insanoğlu bireysel ya da toplumsal ihtiyaçlarını karşılamak ve sorunlarını çözmek için alet-edevat keşfedip, kurumlar ihdas etmiştir. “Devlet” de, “kral” da, “padişah” da, “parlamento” da, “başkan” da hep bir ihtiyaca binaen ve dönemin şartlarına en uygun olduğu mülahazasıyla ortaya çıkmıştır. Her bir sistemin zaman içinde aksayan yönleri, farklı şekillerde tedbirlerle düzeltilmeye çalışılmıştır. Söz konusu yönetim şekilleri ilahi menşeli olmadıklarından ve insanlar tarafından ortaya konulup uygulandığından; hem teoride hem de pratikte noksanlıklar ve kusurlarla maluldür.
Yukarıdaki dibaceden sonra şunu ifade etmek icap eder: Modern toplumlar her alanda -bazen insanın başını döndürecek ve canını sıkacak raddeye varan- çok hızlı bir hayat tarzını idame ettiriyorlar. Ticaretten siyasete, spordan sanata, bilişimden iletişime birçok alanda hızlı karar alma ve uygulama mekanizmaları geliştiriyorlar. Bu hıza ayak uyduramayan toplumlar, muasırlarının peşinden onlara yetişmek zorunda kalıyorlar.
Türkiye Cumhuriyeti, farklı sebepler ve uzun süren toplum mühendislikleri sonucunda birbirinden farklı düşünen toplum katmanlarına ayrılmış bir devlet olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu farklı kesimler toplumun hayati meselelerine yaklaşımda temelden fikir ayrılıklarına sahiptirler. Felsefi fikir ayrılıkları insanların birlikte iş yapma kabiliyetini azaltmaktadır. Siyaset kurumunun ve partili hayatın kendine mahsus şartları da hesaba katıldığında bu çatışma ve ayrılıkların ülke yönetimini zorlaştırdığı hatta bazen krizlere sürüklediği tecrübelerle sabittir. Türkiye’de koalisyon kültürünün zayıf olması ve koalisyon dönemlerinin zihinlerde bıraktığı kötü anılar söz konusu durumun tezahürü olsa gerektir. Hal böyle olunca Türkiye ve benzeri ülkelerin sorunlarından kurtulmalarının yolu kendi içinde yeknesak olan güçlü hükümetlerle yönetilmekten geçmektedir.
Şimdi gelinen noktada halk olarak hafta sonu bir karar vermek için fikrimizi beyan edeceğiz. Mevcut sistemin pratik sorunlar yumağı ve acı tecrübeleri ile vaat edilen sistemin yenilikleri arasında bir tercih yapacağız. Yeni olan her zaman cezbedicidir ve merak uyandırır. İşlevselliği kalmamış eski nostaljiktir. Mutluluk veren hatıralara bağladığı kadar anlamlıdır. Yeniyi istemeyenlerin iki temel dayanağı vardır: Eskinin zihinlerdeki kalıntılarının kutsal(!) addedilen hatıraları; yeninin getireceği risklerin korkuları. Yeniliği arzulayanlar ise geleceğe dair ümit doludur ve eskinin eksikliklerinden kurtulmayı hedefler.
Yazının başına dönecek olursak, birbirimizi anlayacak bir dil yakaladığımız takdirde kurumların varlığının ya da yokluğunun önemi kalmaz. Bu topraklar üzerinde yaşayan insanlar “millet” olduğu zamanlarda “Padişah”ın reayası olarak dünyaya adalet dağıtıp yön verdiler. Ancak onları “millet” yapan değerlerden uzaklaşınca en parlamenter dönemlerde “özgür bireyler” olarak birbirlerinin kanını döktüler. Yeni sistemin bizleri tekrar “millet” kılmasını temenni ediyorum. Çünkü hem bizim hem de dünyanın adalete ihtiyacı var…